ÖZÜR DİLERİM

          ÖZÜR DİLERİM
       Bir insan neden özür diler? Özrün anlamı nedir? Üzgünüm demek mi? Tövbe etmek mi? Bir daha yapmayacağım demek mi? Peki bir insan neden özrünün arkasında durmaz? Özür dilediği için duyduğu pişmanlık mıdır bu? Yoksa bir oyun mu? Hani bazen bu tür durumlarda "kişiliği gelişmemiş" filan deriz ya..! Bebek midir ki kişiliği henüz gelişmemiş. Bebekler özür mü diler altlarına işediğinde ya da mamalarını zıbınının yakasına akıttığında? Özürlerinin arkasında durmayan, tövbelerinden korkmayan insanların kişiliği gelişmiştir elbet. Ama kötü yönde ama başka bir şey..

       Çocukluk ya da yeni yetme yıllarımda izlediğim bir film kazınmış hafızama. Evli bir çift. Kadın zevk-i sefasında konken partilerinde. Adam zamparalık peşinde. Film bu ya adam bir gün bir hanıma gerçekten aşık olur. Karısı ise her zaman olduğu gibi önemsemez ve uzaktan sadece seyreder. Bir arkadaşı sorar kadına:

-"Kuzum kocanın bu bitmek bilmez zamparalıklarına nasıl oluyor da tahammül ediyorsun?"

-"Tahammül etmiyorum, görmezden geliyorum. Çünkü her zamparalığı bir pırlanta değerinde özür ediyor. Bak yüzüğüme. Geçen haftaki özrünün hediyesi..!"


       Bir insanın kalbi pırlantalarla, taşlarla tamir olabilir miydi? Bazılarının olabiliyordu demek ki! Bir çiçek, bir çikolata, bir tebessüm yetmiyordu bazılarına ya da aslında tamir diye birşey yoktu da rutine dönüşmüştü ilişkiler. Sanırım ilkokul beşinci sınıfta filandım. Ne içindi hatırlamıyorum ama annem ile bir sorun yaşamıştık. Akrabalarımızın, komşularımızın yanında beni çok fena azarlamıştı. Çok hassas bir çocuktum. Rencide olmuştum. Haklı mıydım değil miydim hatırlayamıyorum şu an. Ama o zamanların annelerine göre haklılığın, haksızlığın bir hükmü yoktu zaten. Çocuklarını başkalarının yanında azarlamak, hatta dövmek "çocuğuna terbiye veriyor" demekti. Ağlamamıştım. Ancak bir haftalık bir küslüğü de başlatmıştım. Annem başkalarının çevremizde olmadığı zamanlarda bana şirinlikler yapıyordu o bir hafta içinde. Ama ben kırılmıştım artık. Umursamıyor, uzak duruyor, konuşmuyordum. Başka bir odada tek başıma oturuyor, ölmüş babamın resimleriyle dertleşiyordum. Çünkü ben babamın gözbebeği idim. O varken kimse beni üzmüyordu. Sofraya oturmuyor, arada mutfakta atıştırıyordum birşeyler. Bir haftanın sonunda aramızdaki buzlar erimeye yüz tutmuştu artık ama henüz tam barışma yoktu. Bir gün annem eve işten biraz geç geldi. Elinde rebantlarla süslenmiş çok güzel bir paket vardı. Bana uzattı. Hediye almıştı. Açtım paketi, içinden cicili bicili bir kumaş çıktı. Çok güzeldi, çok beğenmiştim ama çok da birşey ifade etmemişti benim için. Kumaşa baktım, teşekkür ettim ve bırakıverdim oracığa. Uzun süre kumaş orada sanırım bekledi. Sonra bir gün baktım anneannem almış bana etek dikiyor. Çok fazla giymedim o eteği. Çünkü bana hep annemin beni azarladığı ve küs kaldığımız zamanları hatırlatıyordu. Hediyeleşmek çok güzel birşeydir kuşkusuz. Ama bana göre hediye, güzel anlara aittir. 


       Bundan dört beş yıl önce idi. Akşam şefi olarak çalışıyordum. Mesaim gece 24.00 da bitiyor; ancak servisin kalkma saati, ilçeden merkeze olan mesafe derken gece 02.00 de oluyordum evde. Ertesi gün ise öğleye kadar uyuyor, öğleden sonra gidiyordum tekrardan işe. Sosyal yaşantım hiç yoktu. Evde bile sadece banyo ve yatak odam arasındaki mesafeyi katediyor, internete girmeye vakit bile bulamıyordum. İş yerimde  bilgisayar da internet de mevcuttu ama gece boyu peşlerinden koşturmam gereken personel sayesinde ofise girmeye zamanım olmuyordu bırakın interneti. Sanal ortamdan bir hayli uzak kalmıştım. Bir izin günümdü. Evimi keşfe çıkmam için ideal en güzel gündü. Salona girdim. Tozlanmıştı her yer. Bilgisayar çarptı gözüme. Önce bir tozunu aldım, internetin fişini prize taktım. Uzun zaman olmuştu maillerime bakmayalı. Banka reklamları, gazete blog haberleri, kredi kartı ekstreleri arasında bir mail takıldı gözüme. Hiç olmayacak bir mail. Bana yazılmış ihtimali bile yanıltıcı bir mail. Göndericiyi bütün sanal ve reel ortamlarımdan uzaklaştırmıştım oysa. Benimle ilgili haber alabileceği bütün delikleri tıkamıştım. Kafamdan çıkarabilmek için akşam şefliğini çok ağır sorumluluğu ve deneyimsizliğime rağmen kendim talep etmiş, kendimi işime vererek uzaklaşmıştım sorunlarımdan ve sorunlarımı oluşturan insanlardan. Peki  şimdi bu neydi? Zamanı mıydı şimdi?


-"Sana haksızlık ettim. Acımasızca davrandım. Seni çok kırdım biliyorum. Aslında bile bile incittim. Yaşananlar her ne olursa olsun sen benim için en özel kişisin.Yapmamı istediğin ne varsa hemen yapayım. Şu an için bildiğim tek şey senden özür dilemek. Elimden başka bir şey gelmez. Sana verebileceğim hiç birşeyim yok bir kucak özrümden başka. Seni çok seviyorum. Seni çok özledim. Senden özür diliyorum.. Lütfen kabul et.."


diyordu. Hediye yoktu. Rüşvet de yoktu dolayısı ile. Çok içten bir özürdü. Çok incinmiştim. Yaşadıklarımın sebebini bile bilmiyordum oysa. Hiçe sayıldığım düşüncesi daha da kırmıştı beni. Oysa bu özür çok içten gibi geliyordu bana. Umursamazlığım ya da yokluğum ders mi olmuştu acaba? Yoksa özür dilemek çok mu basit bir alışkanlıktı ona göre..! Yoksa yeniden kırabilmek için kırıkları tamir etmek miydi amaç?


       İnsan neden özür diler? Özrün anlamı nedir? Üzgünüm demek mi, tövbe etmek mi, bir daha yapmayacağım demek mi? Bunu bir türlü çözemedim. Özür dilerim...


     Seda ATALAY








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Seda'nın Kalemi

SEVGİLİ ÖMER

Sevgili Ömer, Bugün doğum günün, ben seni aramayacağım. Kutlamayacağım... Ömer,geçenlerde seninle ilgili bir haber öğrendim ve numaranı...