BENİ BİR TEK SEN HİSSETTİN

BENİ BİR TEK SEN HİSSETTİN
-"Beni kimse beğenmiyor!"


diye söyleniyordu kadın. Sesinin tonu sanki kırgın gibiydi. Orta boylu, balık etliydi. Fönlü, uzun saçlarıyla oldukça güzel görünüyordu. Yüz çizgileri, bakışları sanki ağlamaklı idi. Ama ağlamıyordu. Adını sordum:

-"Gülpembe"


dedi. Annesi çok büyük Barış Manço hayranıymış. Gülpembe'nin doğduğu yıl, Barış Manço'nun GÜLPEMBE şarkısı çok moda olmuş. Annesi koymuş ona bu ismi.

-"Kendinden bahsetsene biraz."

-"Ne anlatayım? Sıradan biriyim işte."

 Oysa hiç de sıradan görünmüyordu. Bence çok özel bir kadındı. O kendisinin farkında değildi. Kimbilir kaç kadın, onun kadar güzel olabilmenin hayali içindeydi..! Kimbilir kaç erkek, Gülpembe ile tanışma hayalini kuruyordu..! Kimbilir kimlerin ulaşılmaz aşkı idi. Ama o yalnızdı işte. Yalnız, umutsuz, yaralı ve kırgındı. Hüznü ilgimi çekmişti..

       Bazen çok derinliklerimiz oluşur. Ne biz yukarı tırmanmaya cesaret ederiz, ne de birisi elimizden tutup çeker. Gülpembe'de bunu hissettim sanki. Uzaktan ulaşılmaz bir görünümü vardı. Konuştukça bana doğru geldiğini farkettim. Gitgide sesi açılıyor, gürleşiyordu. Arada gülümsemeye de başlamıştı. Uzun bir zaman önce büyük bir aşk yaşamış. Sevdiği adamdan bir erkek çocuğu olmuş. Kısa süren bu beraberlik, bir gün adamın bir başka kadın ile bir başka şehre kaçıp; farklı bir hayat kurması ile son bulmuştu. Gülpembe, yaşadığı bu olumsuzluktan sonra hayata küsmüştü. Uzun yıllar boyunca kalbi kilitli kalmıştı. Peki bugünkü hüznü nedendi?  Neden hiç kimsenin kendini beğenmediğini düşünüyordu? Kocaman ahu gözlerindeki hüzün, neyin ya da kimin eseriydi? Böyle güzel bir kadını kimler hayal kırıklığına uğratmış olabilirdi ki..? Konuştukça açılmaya başlamıştı. Doğru zamanda gelen yanlış bir erkekti onun hikayesi. Uzun bir aradan sonra tekrar sevmeyi denemiş, kalbindeki kilitleri tek tek sökmüştü Gülpembe. Peki şimdi o kalbin kıpır kıpır atması gerekmiyor muydu? Aşk ağlatmalı mıydı illaki? Gülpembe ağlıyordu...

-"Beni kimseler beğenmiyor."   dedi tekrardan.

-"Sana herkes hayran bakarken ve ben bu bakışlara imrenirken, nasıl böyle birşey söylersin?

dedim. Oysa çok sevmişti Gülpembe. Belliydi başkalarını göremiyor; belki de görmek istemiyordu. Koyamıyordu kimseleri kalbine, sevdiği erkeğin yerine. Yüzüme yarı alaycı bir gülümseme ile baktı.

-"Benim herkesim, sevdiğim. Şimdi hiç kimsem oldu. Bunu biliyor musun?

Dakikalarca birbirimizin gözlerinde kaldı gözlerimiz. Tutuldum... Sustum... Sözlerin tükendiği bir andı. Ne söylenebilirdi ki..

-"Benim herkesim olan biri olmadı hiç. Ben seni nasıl anlarım?"

İşte bir tek o zaman yüksek sesle kahkahayı patlattı. Elini ağzına tutarak gülüşünü engellemeye çalışıyor ve kendine söz geçiremiyormuşçasına  dedi;

-"Beni bir tek sen hissettin..!"   

   Seda ATALAY 
                                        
                                                                

OKUL

OKUL
      Her sene aynı şeyler yaşanır. Okullar açılmadan birkaç hafta önce hazırlıklar başlar. Alış-verişler yapılır. Ezelden çok sevmişimdir okul alış-verişini. Kokulu silgiler, renkli kalemler, desenli kablıklar, defterler vs.

        Okula başlamadan önce sevdim okulu. Kendimden dört yaş büyük teyzem ile pek anlaşamazdık ama yine de beni okuluna götürürdü arada sırada. Küçüktüm ve teyzemin sınıf arkadaşları beni sever, ilgi gösterirlerdi. Defterlerinden koparttıkları kağıtlar ile boya kalemlerini hizmetime amade ederlerdi. Ben de resim filan çizer, onlara hediye ederdim.

       Bilirsiniz; çocuklukta öyle zaman çarçabuk geçmez. Okula başlayacağım günlere daha çok zaman var zannederdim. Bunun verdiği hırs ile teyzem beni ne zaman sinirlendirse ödevlerini o uyuduktan sonra siler ya da defterini yırtar veya buruştururdum. Divitini, hokkasını saklayıp; mürekkebini dökmüşlüğüm de olmuştur.

       Bir defasında çantasındaki bütün defter ve kitaplarını çıkartıp, yerine kurumuş ekmekler ve oyuncak bebekler doldurduğumu hatırlıyorum. Çantasını sabah kontrol etmeden okuluna giden teyzem tenefüste bir hışımla eve gelmişti. Onun sinirliliğini zevkle seyrettiğimi iyi hatırlıyorum da neyin öcünü almıştım onu hatırlamıyorum. 

     Şimdi bir Edebiyat öğretmeni olan teyzem, o günlerde var olan bütün bebeklerimiz ve kardeşim ile beni karşısına oturtur bize dersler anlatırdı. Daha okula bile başlamadan okuma ve yazmayı bu sayede çoktan öğrenmiştim bile. Oysa öğretmenim okula başladığımda bunu fark edemeyecek kadar meşguldü. Çünkü sınıfımızda ilçenin ileri gelenlerinin çocukları çoğunluktaydı. İçlerinde ben ve benim gibi birkaç arkadaşım görünmez idik adeta. Okuma bildiğim halde, öğretmenin diretmesi ile heceleyerek okumak beni yoruyordu. Bildiğim 29 harfin bana yeniden öğretilmeye çalışılması beni sinirlendiriyordu. Ailemin öğretmenime  defalarca okuma-yazma bildiğimi söylediği halde bilmezden gelişi benim açımdan kırıcı idi. Bir başka kırıldığım şey ise zaman zaman babamın ne iş yaptığını sormasıydı. En az ayda bir kez soruyor, ben ona öldü diyordum. Benimle ilgili bu gerçeği sürekli unutuyor olması beni yaralıyordu.

      
  Sonunda birinci sınıf bitmişti ve öğretmenimiz emekli olmuştu. Bunu öğrendiğimdeki sevincimin haddi hesabı yoktur. Ancak şans bu ya ikinci sınıftan itibaren bizi alıp mezuniyetimize kadar öğretmenimiz olan kişi de pek farklı değildi. Severek başladığım ilkokuldan nefret ederek mezun olmuştum. Eğitimimin ileriki safhalarında çok sevdiğim branş öğretmenlerim oldu elbette ama okulu hiçbir zaman sevemedim.

       Aradan yıllar geçmiş, anne olmuştum. Çocuğum ilk önce ana sınıfına gitti pek tabi. İki hafta kadar da uyum sağlayamadığı için derslere ben de giriyordum. Bu sebeple asla ana sınıfına gitmediğimi söyleyemem. Ertesi yıl ise birinci sınıfı başarı ile tamamladı. Ama ne vardı ki öğretmeni ile birbirlerini çok sevdikleri halde kızım da benim gibi bir türlü okulu sevemedi.

    İkinci sınıfa geçmişti. Bir haftaya kadar okullar açılmak üzere idi. Bütün mahalledeki arkadaşları okul alış-verişi yapıyordu. Henüz bizim evde öyle bir faaliyet görülmüyordu. Çünkü kızım, beni bir kenara çekip asla okula gitmeyeceğine dair bir konuşma yapmıştı bile. Ama kendisine yüksek makamlarda meslek seçmekten de geri kalmamıştı. Seçtiği mesleğe bu şekilde nasıl ulaşabileceğini sorduğumda ise kitaplıktaki kitapları göstererek

-"Bunlar süs diye mi alındı? Açar okur, sınava girerim ister doktor olurum, ister başka birşey. Okuma-yazma biliyorum nasılsa. Okulda başka ne öğretecekler ki?

demişti. Verecek cevabım yoktu. "Sen nasıl istersen" diyerek konuyu kapattım. Ancak bir oyun oynamaya karar vermiştim. Çarşıya çıktım. Bütün okul malzemelerinin en göz alıcı olanlarından satın alıp geldim eve. Alış-veriş poşetleri saydamdı. Evin girişinde bir yere bıraktım. İki gün boyunca da hiç elimi sürmedim. Kızım ha bira odadan bir bahane ile çıkıyor, poşetleri karıştırıyor, fakat anlaşılmasın diye bulduğu gibi bırakmaya gayret ediyordu. Ancak poşet sıyırtılarını duymamak mümkün değildi.

       Üçüncü gün olmuştu. Kızım ilk defa sessizliğini bozmuş, o alış-verişi kimin için yaptığımı sormuştu. Okulun ilk günü fakir çocuklara dağıtacağımı ancak okula gitmek isteseydi aslında kendisi için aldığımı söyledim. Aradan birkaç saat geçmişti. Kızım yanıma gelerek bütün malzemeleri kendine vermem şartı ile o yıl da okula gitmeyi kendiliğinden kabul etti.

   Çocuklarımızı en hayati konularda bile zorlamamalı, kararlarını kendileri verebilmeleri için akıllıca zeminler hazırlamalıdır. Onlara şans verilmeli, sevildiklerini hissettirilmeli, zaman tanınmalıdır...

   Seda ATALAY




HOŞ TESADÜF

Bayat-ÇORUM
 İlkokul birinci yada ikinci sınıfa gidiyordum, teyzelerimin en büyüğü Çayırova Fakültesi Ev Ekonomisi Meslek Lisesinden mezun olmuştu. Kura ile atandığı il ve ilçe belliydi. Çorum'un  Bayat ilçesinde görev yapacaktı. Bu kadarını anlayabilmiştim. Anlayamadığım teyzemin neden buraya gitmek istemediği ve bağıra bağıra tepine tepine bunun için ağlamasıydı. Sesi sokağımızın her tarafından duyulmuş, komşular bu evde kesin cenaze var diye akın akın kapımıza gelmişlerdi. Olayı öğrenenlerden bazıları geri dönüp gitmiş, bazılarıysa içeri girmiş Çorumla ilgili güzel şeyler konuşup teyzemi rahatlatmaya çabalıyordu. Küçücüktüm ve teyzem en sevdiğim teyzemdi. Kıyamıyordum o denli üzülmüş olmasına. Daha henüz o yaşımda sadece memleketlerim Gerze-Sinop, Adana ve Osmaniye'yi ve doğum yerim olan İstanbul'u biliyordum. İstanbul'da hep birlikte yaşama fikri o zamanlar için cazip geliyordu.
   Bir kaç gün sonra teyzem ve anneannem teyzemin görev yapacağı yere gittiler. Orada düzenlerini kurdular ve hatta sonradan okula henüz başlamamış olan kardeşimi de yanlarına aldılar. Bayat, Çorum'a bağlı yeni ilçe olmuş ancak daha çok köy havasında bir yerdi. Yerli halkı genellikle Türkmen'di. Hayatımda tanıdığım en sıcak insanlar Bayat'ta yaşıyorlardı. Orada hırsızlık, cinayet, kavga dövüş hiç olmazdı. Gelenekleriyle yaşıyor olsalar da yeniliklere de çok meraklı insanlardı. İlçenin ilk kadın memuru, hatta uzunca bir süre çalışan tek kadını teyzemdi. Ailece bizi bütün ilçe tanıyordu. Tanımayanlar da kimler olduğumuzu tahmin ediyor soruyorlardı.
   Bir kaç yıl boyunca her yaz okullar kapanır kapanmaz Giderdik Bayat'a. Orada özgürce dağ tepe gezerdik, tepelerden kayardık, papatya bahçelerinde yuvarlanır. Her türlü sebze ve meyveyi dalından kendimiz kopartırdık. Adeta bütün ilçe her şeyini bize bağışlamıştı. Orada önemsendiğimi ve güven içinde olduğumu hissediyordum. Bayat bu yüzden benim için çok özeldir.
   On iki Eylül ihtilalinden bir sene sonraydı. Annem o yaz tatilde bizi Bayat'a göndermeme kararı aldı. K.Maraş-Afşin'de amcamlarla birlikte yaşayan babaannem çok yaşlıydı. Çok üzün süredir kendisini görmemiştik. Bu sebeple annem yıllık iznine ayrılınca bizi Afşin'e babaanneme götürecekti. Bu hem müthiş bir şeydi hem de bir bakıma kötüydü benim için. Çünkü planda Bayat yoktu. Bayattaki arkadaşlarımla kış boyu mektuplaşmış bir sürü planlar yapmıştık. Alışmıştıkta her yıl.
   Temmuz ayı geldi çattı, baba memleketi Afşin'deydik. Afşin de çok yeşil, şirin bir ilçeydi. Orada geçirdiğim on gün unutulmaz anılarla doludur. Akrabalarımı görüyor, babamın hiç daha önceden tanımadığım kuzenleriyle tanışıyordum. Çok sıcak kanlı akrabalarım vardı. Bir gün evde babaannemle otururken balkonda amcamın kızlarıyla oynayan kardeşim heyecanla içeri koşarak geldi ve Bayat'taki arkadaşlarımız iki kardeş olan Erdoğan ile Cengiz'in de orada olduğunu söyledi. İnanmadım. ''Gel balkona gözlerinle gör gör'' dedi  kardeşim. Çıktım baktım, gerçekten de oradaydılar. Apartmanın bahçe duvarının dışında mahallenin diğer çocuklarıyla durmuş, bizim balkona bakıyorlardı ve ha bira SEDA-ZEYNEP diyorlardı. Çok mutlu olmuştum. Bizde kardeşimle ha bira ERDOĞAN-CENGİZ demeye başladık. Bayat neresi Afşin neresiydi. Ama Allah nasip edince insanları nasıl da olmadık yerlerde karşılaştırıyor.
   Ben tesadüflere çok inanırım ve benim için tesadüfler asla nedensiz değildir.  Belki de Allah'ın mukafatlarındandı. O yaz bir taşla iki kuş vurmuştuk... 

     Seda ATALAY








ÖZÜR DİLERİM

          ÖZÜR DİLERİM
       Bir insan neden özür diler? Özrün anlamı nedir? Üzgünüm demek mi? Tövbe etmek mi? Bir daha yapmayacağım demek mi? Peki bir insan neden özrünün arkasında durmaz? Özür dilediği için duyduğu pişmanlık mıdır bu? Yoksa bir oyun mu? Hani bazen bu tür durumlarda "kişiliği gelişmemiş" filan deriz ya..! Bebek midir ki kişiliği henüz gelişmemiş. Bebekler özür mü diler altlarına işediğinde ya da mamalarını zıbınının yakasına akıttığında? Özürlerinin arkasında durmayan, tövbelerinden korkmayan insanların kişiliği gelişmiştir elbet. Ama kötü yönde ama başka bir şey..

       Çocukluk ya da yeni yetme yıllarımda izlediğim bir film kazınmış hafızama. Evli bir çift. Kadın zevk-i sefasında konken partilerinde. Adam zamparalık peşinde. Film bu ya adam bir gün bir hanıma gerçekten aşık olur. Karısı ise her zaman olduğu gibi önemsemez ve uzaktan sadece seyreder. Bir arkadaşı sorar kadına:

-"Kuzum kocanın bu bitmek bilmez zamparalıklarına nasıl oluyor da tahammül ediyorsun?"

-"Tahammül etmiyorum, görmezden geliyorum. Çünkü her zamparalığı bir pırlanta değerinde özür ediyor. Bak yüzüğüme. Geçen haftaki özrünün hediyesi..!"


       Bir insanın kalbi pırlantalarla, taşlarla tamir olabilir miydi? Bazılarının olabiliyordu demek ki! Bir çiçek, bir çikolata, bir tebessüm yetmiyordu bazılarına ya da aslında tamir diye birşey yoktu da rutine dönüşmüştü ilişkiler. Sanırım ilkokul beşinci sınıfta filandım. Ne içindi hatırlamıyorum ama annem ile bir sorun yaşamıştık. Akrabalarımızın, komşularımızın yanında beni çok fena azarlamıştı. Çok hassas bir çocuktum. Rencide olmuştum. Haklı mıydım değil miydim hatırlayamıyorum şu an. Ama o zamanların annelerine göre haklılığın, haksızlığın bir hükmü yoktu zaten. Çocuklarını başkalarının yanında azarlamak, hatta dövmek "çocuğuna terbiye veriyor" demekti. Ağlamamıştım. Ancak bir haftalık bir küslüğü de başlatmıştım. Annem başkalarının çevremizde olmadığı zamanlarda bana şirinlikler yapıyordu o bir hafta içinde. Ama ben kırılmıştım artık. Umursamıyor, uzak duruyor, konuşmuyordum. Başka bir odada tek başıma oturuyor, ölmüş babamın resimleriyle dertleşiyordum. Çünkü ben babamın gözbebeği idim. O varken kimse beni üzmüyordu. Sofraya oturmuyor, arada mutfakta atıştırıyordum birşeyler. Bir haftanın sonunda aramızdaki buzlar erimeye yüz tutmuştu artık ama henüz tam barışma yoktu. Bir gün annem eve işten biraz geç geldi. Elinde rebantlarla süslenmiş çok güzel bir paket vardı. Bana uzattı. Hediye almıştı. Açtım paketi, içinden cicili bicili bir kumaş çıktı. Çok güzeldi, çok beğenmiştim ama çok da birşey ifade etmemişti benim için. Kumaşa baktım, teşekkür ettim ve bırakıverdim oracığa. Uzun süre kumaş orada sanırım bekledi. Sonra bir gün baktım anneannem almış bana etek dikiyor. Çok fazla giymedim o eteği. Çünkü bana hep annemin beni azarladığı ve küs kaldığımız zamanları hatırlatıyordu. Hediyeleşmek çok güzel birşeydir kuşkusuz. Ama bana göre hediye, güzel anlara aittir. 


       Bundan dört beş yıl önce idi. Akşam şefi olarak çalışıyordum. Mesaim gece 24.00 da bitiyor; ancak servisin kalkma saati, ilçeden merkeze olan mesafe derken gece 02.00 de oluyordum evde. Ertesi gün ise öğleye kadar uyuyor, öğleden sonra gidiyordum tekrardan işe. Sosyal yaşantım hiç yoktu. Evde bile sadece banyo ve yatak odam arasındaki mesafeyi katediyor, internete girmeye vakit bile bulamıyordum. İş yerimde  bilgisayar da internet de mevcuttu ama gece boyu peşlerinden koşturmam gereken personel sayesinde ofise girmeye zamanım olmuyordu bırakın interneti. Sanal ortamdan bir hayli uzak kalmıştım. Bir izin günümdü. Evimi keşfe çıkmam için ideal en güzel gündü. Salona girdim. Tozlanmıştı her yer. Bilgisayar çarptı gözüme. Önce bir tozunu aldım, internetin fişini prize taktım. Uzun zaman olmuştu maillerime bakmayalı. Banka reklamları, gazete blog haberleri, kredi kartı ekstreleri arasında bir mail takıldı gözüme. Hiç olmayacak bir mail. Bana yazılmış ihtimali bile yanıltıcı bir mail. Göndericiyi bütün sanal ve reel ortamlarımdan uzaklaştırmıştım oysa. Benimle ilgili haber alabileceği bütün delikleri tıkamıştım. Kafamdan çıkarabilmek için akşam şefliğini çok ağır sorumluluğu ve deneyimsizliğime rağmen kendim talep etmiş, kendimi işime vererek uzaklaşmıştım sorunlarımdan ve sorunlarımı oluşturan insanlardan. Peki  şimdi bu neydi? Zamanı mıydı şimdi?


-"Sana haksızlık ettim. Acımasızca davrandım. Seni çok kırdım biliyorum. Aslında bile bile incittim. Yaşananlar her ne olursa olsun sen benim için en özel kişisin.Yapmamı istediğin ne varsa hemen yapayım. Şu an için bildiğim tek şey senden özür dilemek. Elimden başka bir şey gelmez. Sana verebileceğim hiç birşeyim yok bir kucak özrümden başka. Seni çok seviyorum. Seni çok özledim. Senden özür diliyorum.. Lütfen kabul et.."


diyordu. Hediye yoktu. Rüşvet de yoktu dolayısı ile. Çok içten bir özürdü. Çok incinmiştim. Yaşadıklarımın sebebini bile bilmiyordum oysa. Hiçe sayıldığım düşüncesi daha da kırmıştı beni. Oysa bu özür çok içten gibi geliyordu bana. Umursamazlığım ya da yokluğum ders mi olmuştu acaba? Yoksa özür dilemek çok mu basit bir alışkanlıktı ona göre..! Yoksa yeniden kırabilmek için kırıkları tamir etmek miydi amaç?


       İnsan neden özür diler? Özrün anlamı nedir? Üzgünüm demek mi, tövbe etmek mi, bir daha yapmayacağım demek mi? Bunu bir türlü çözemedim. Özür dilerim...


     Seda ATALAY








DİBİ KARA

   
DİBİ KARA

   Çeşit çeşit kızartmalar, mezeler yapmıştım. Yanında kendi usulüm domates sosu iyi gidecekti. Malzemeyi hazırladım. O gün büyük teyze misafirimizdi. Büyük teyze mutfağa, yanıma gelerek;


-"Bir bakalım, o güzel meşhur sosunun sırrı neymiş."

diyerek geçti oturdu. Dolabı açtım. Uygun bir tava çıkarttım. Büyük teyze;

-"O tava ile mi yapacaksın?"

Kafamı çevirdim, yüzüne öylece baktım. Tava gayet güzel, kaliteli ve temizdi.

-"O dolapta, arka tarafta bir tava daha var. Görüyorum. Onda yap."


İlginç..! Dolabın arka tarafındaki duran o tava dibi kararmış eski bir tavaydı. Kırık, çizik birşey değildi ama açıkçası kullanmak için en son tercihimdi. Hele ki misafir yanında.. Büyük teyze, acaba neden o eski tavada bu kadar ısrarlıydı. Anlamlandıramamıştım. Bunu farketmiş olacak ki;



-"Yavrum, tavada kırık çizik yoksa dibinin karası seni korkutmasın. Tava olgunlaşmış demektir. Özleşmiştir ve yeni bir tavaya göre yemeğe daha çok lezzet verir."


dedi. O gün o eski tava ile yaptım domates sosunu. Gerçekten çok güzeldi. 


     Hayatım boyunca şunu tecrübe ettim: Hiç birşeyin yenisi en iyisidir demek değilmiş. Bir düşünün..! Yeni bir ayakkabı nasıl da acıtır ayaklarınızı ilk giydiğiniz zamanlarda.İnsanın da dibi kararmış olanı makbulmüş meğer. En çok da bunu anladım yaşadığım süreçte. Erkek ya da kadın, her kim ise geçmişinde gezinmenin bir yarar sağlamadığını gördüm. Deneyimledim.

       Dibi kara insanların hayatıma daha fazla lezzet kattığına inanıyorum..!

   Seda ATALAY









ÖZLÜYORUM

   
ÖZLÜYORUM
 Eskiden kola, gazoz filan alırdık ya; kapağını açtığında dakikalarca gazı, kabarcıkları yüzüne yüzüne vururdu insanın. Ard arda üç yudumdan fazla içemezdik. Boğazımızı tırtıklardı asidi. Dondurmacının, metrelerce çevresi vanilya kokardı. Pazar yeri kokusu diye birşey vardı. Mevsim meyve ve sebzelerinin çıktığını anlardık. Zaten herşey mevsiminde yetiştirilirdi. Turfanda lükstü. Şimdilerde genç ve çocuklar, turfanda kelimesine ne bilmiyorlar. Akasyaların kokusu vardı, kirazın kurdu. Bir de her evin çatısında bir kuş yuvası olurdu, her mahallenin sahipsiz kedi ve köpekleri. Komşular çiçek tohumu değiş-tokuş ederlerdi. Mahallelerin teyzeleri olurdu; ekmeklere reçel, yoğurt, yağ; olmadı salça sürüp çocuklara veren. Her bahçede bir masa, iftardan sonra pişi yiyip, çay içen sohbeti bol şen komşular vardı. Eskiden aşklar da öyle kolay yaşanmaz, hemen tüketilmezdi. Öyle evlenmeden önce öpüşülmez, yanında küçük kardeş olmadan nişanlıyla filan buluşulmazdı. Doğum günlerinde kitap ya da hatıra defteri hediye edilir; sadece çok özel arkadaşlar için en sevdiği 45'lik plak alınırdı. Kadınlar evlerini el emeği divan örtüleri, örgü perdeler, saten yastıklar, danteller, örgü paspaslar ile süslenirdi. Her sokakta dikiş bilen birisi olur, model model elbiseler, etekler diktirilirdi. Kimse telefon kullanmaz ama herşey bilinirdi. Hayat eskiden çok süslüydü. Yaşam sade idi. İnsanlar sade idi. Şartlar sade idi.

     Gençler; Bonie M, Abba dinler, dans ederdi. Çok özenirdim onlara. Ah bir büyüsem ben de onlarla dans etsem derdim. Büyüdüm. Hem de çok büyüdüm. Yine de yetişemedim onlara. İsterdim ki kırklarımı o yıllarda yaşamış olmayı. Ama olmadı. Ben büyürken yıllar da geçip gitti. Özlüyorum bazı şeyleri, hepsi bu..

     Neyi özledim biliyor musun?

     Her sabah aynı saatte öten şu kargayı. Ördek desenli pazen pijamamı. Mavi idi. Ben mavi rengi pek sevmem üstelik. Ayşegül'ü özledim. Bir de ikizi Şermin'i. Sahip olduğum ilk arkadaşlarımı. Dondurmalarımızı değiş-tokuş etmelerimizi. Mahallemizin her bahar gül kokmalarını. Ramazan akşamlarını özledim, iftardan sonra sahura kadar yakantop oynamalarımızı. Yağmuru özledim.Yolun kenarlarından akan yağmur sularında ters istikamet yürümelerimi. Fatmanur'un örüklerini çekip eve kaçmalarımı. Ağlama seslerini duyunca da hissettiğim pişmanlıklarımı. Yağmur damlalarının teneke saksılara düşüş seslerini. Postacıyı özledim. Sokağa girdiği andaki insanların sorgulu bakışlarını. Duydum artık yaşamıyormuş. Mektup kokusunu özledim. Zarfın içinden çıkan nasılsınları, kurumuş çiçek yapraklarını, sepet sepet yumurta sakın beni unutmaları. Heidie'yi, Pinokyo'yu özledim ama en çok Flanderler'in köpeğini Üstelik köpeklerden çok korktuğum halde. Akşam olunca o günkü oyunda kazandığım gazoz kapaklarını saymayı. Öazledim babamın ben sokaktayken endişeli hallerini. Arabasız, dumansız yeşil ilçemi özledim. En çok da kapımızın önündeki ıhlamur ağacını. Ihlamur kokulu akşamları.

     Özledim işte birşeyleri bu gece, her gece, dünyamda, rüyamda. Şimdi bana o günleri geri getirebilir misin? Oynayabilir miyiz bizim bahçede, kapımızın önünde oba kurup evcilik? Arkadaş olalım mı? Oynayalım mı?

   Seda ATALAY


İKİNCİ BAHAR

İKİNCİ BAHAR
 -"Bir adamın ikinci karısı olacaksın arkadaş..!"

dedi kadın. Öylece baktım yüzüne. Bir önceki anlattıklarına takıldım. Vaktiyle kadının dedesi ile babaannesi  güzel bir evlilik yapmış. Çocukları, torunları olmuş. İnişli-çıkışlı evlilikleri babaannenin vefatı ile sol bulmuş. Çok sevmiş dede hanımını. Evlilikleri iyi sayılırmış o vakte göre. Birinci hanımının ölümünden epey bir zaman sonra dede, bir evlilik daha yapmak istemiş. Eş dost tanıştırmış yaşı yaşına, boyu boyuna, huyu huyuna uygun bir hanımla. Evlenmişler...

       Kadın, öyle dedenin birinci hanımı gibi güzel de değilmiş hani. Ama tutmuş işte frekansları. Şimdilerdeki tabir ile elektrik almışlar birbirlerinden. Ellili yaşlarda aşk başkaymış sahiden. Duyguları, mantıkları oturmuş iki insan bir araya gelmiş çünkü. Kavga yok, çıkar yok, entrika yok. Her iki taraf da ununu elemiş, eleğini asmışlar çoktan duvara. Birbirlerinde güzel vücutlar aramamışlar. Bakımlı, parlak saçlar, ince bel, pürüzsüz cilt beklentileri yokmuş. Sabahları birlikte kahvaltı yapmak, öğle üzeri ve akşam yürüyüşleri, dostlarla yapılan okey ve çay toplantıları mutlu olmalarına yetiyormuş. İkinci baharındaymış adeta dede. Arada ilk hanımını da düşünür, vefalarını şükranla anlatır, ancak birbirlerine yetemediği günleri de çok olurmuş. Böyle anlarda ilk hanımının tavırlarındaki fevri ve memnuniyetsiz hallerini hatırladıkça; ikinci eşinin olgun davranışları sevgisini büyütürmüş.

       Aşk bu, sadece bir kez çalmaz kapıyı. Hatta ilkinde kapılırsın da ikincisinde yaşarsın gönlünce doya doya. Bilirsin vefayı, vefasızlığı. Kendi kendinle de yüzleşmiş, eksiklerini tamamlamışsındır. İlkinde aşkı belki sade yaşarsın. Oysa ikincisinde aşk, sevgiyi de getirir yanında. İşte bu yüzden derler sanırım ikinci aşka İKİNCİ BAHAR diye. İkinci bahar, İlkbahar gibi albenili de değildir üstelik. Ancak ikinci bahar, Sonbahar... Huzur...

-"Bir adamın ikinci eşi olacaksın..!"

deyiverdi kadın. Yüzüne öylece baktım.. Baktım.. İkinci eşi, İkinci baharı, en son aşkı diye iç geçirdim kendi kendime. Bir hayatın son sayfası olabilmekti mesele..!

   Seda ATALAY







CAHİLİYET ve EGO


CAHİLİYET ve EGO
     Bugün facebookta gelen bir arkadaşlık isteğini yanlışlıkla onayladım. İsim tanıdıktı. Bismillah daha ilk saniyelerde mesaj yazdı;

-"masengeri kullan".

   Cevap vermedim her zamanki ukala havamla. ısrarla yazmaya devam etti. En sonunda;

-"Bana yazma rahatsız oluyorum."

 dedim . Baktım devam ediyor SİLDİM...  Bundan birkaç ay önce yine sayfama eklediğim liseden bir sınıf arkadaşım albümlerimi gezinmiş ve askılı kıyafetlerle olan fotoğraflarımı gizlememi önermişti... Bundan üç yıl önce de ilk erkek arkadaşım 22 yıl sonra beni facebooktan bulmuştu. Henüz sayfama bile eklemediğim halde profil resmimi değiştirmem konusunda talimat vermişti sırf istediğini yaptırabilme egosuyla... Son haftalarda sürekli mesaj yazma gereği duyan bir başka hiç tanımadık kişi ise  "ekle"  yazıyor.  Vayyyy desenize eklemem icin kendisini, izin çıktı.  vesaire... vesaire... vesaire...
     Sorarsanız kendilerine, hepsi de erkekliğin kitabını yazmıştır da neyse..  İnsanlar nedense sosyal medya üzerinden herkese sahip olduklarını zannediyorlar. Dünyanın merkezi olmuşlar da dünyanın haberi yok..! Her merhabayı aşk filan zannedenler bile var. Sosyal medyada herkes fenomen... Bu ülkede son zamanlarda şiddet öne geçilemez şekilde çoğalır bir hal aldı. Nefs-i müdafa ve cinnet dışında canice cinayetler işlenir, işkenceler yapılır oldu. Diyeceksiniz ki  "bunlar her daim vardı".  Vardı evet ama eskilere göre oranın bir hayli büyümesi çok da medenice bir durum değil. Peki önlemler ne olmalı? Her işin başı eğitim deriz sıklıkla. Ama eğitimsiz insanlar için eğitimin nereden başlanacağını saptamak gerekir öncelikle. Kitap okumayan. Dinlemeyen, Ben bilirimci bir toplumuz. Egomuz çok yüksek. Bana göre değer yargıları yüksek ve halkın iki basamak üzerinde duran siyasetçi ve sanatçılardır toplumun bilinçaltına sağlıklı bir şekilde hitab edebilen. Halk adamı, halkın sanatçısı tabirleri halk gibi konuşan, halk gibi yaşayan, davranan şeklinde değil; halkın içinden çıkmış, halkın bir iki adım önünde ve halkı yönlendirebilecek ahlaka, değer yargılarına, bilgi ve kültüre sahip kimseler olmalı. Ha bir de basın basın özgürlüğü konusu var ki şimdi buna hiç girmeyelim. Neme lazım hazırda bekleyen Silivri bavulum yok henüz..!!!
     Düşünüyorum da ben bunları ne diye söylüyorum?  Bu ülkede okuma-yazma bilmeyenlere sanatçı denirken ve  halkının bir bölümüne bizler, diğer bölümüne sizler diye hitap eden ağzı bozuk siyasetçiler varken..!
     Seda ATALAY








Y A Ğ M U R

YAĞMUR
       Yağmurlu bir güne uyandım bu sabah. Uzunca bir süre kalkmaya canım istemedi yataktan. Tembellikten ya da uykusuzluktan değil de hani yağmurun verdiği tatlı bir miskinlik vardır ya; sabah uykusu bir başkadır yağmurlu havalarda. Ağırdır, uyudukca uyumak istersin. Yağmurun terapi gibi bir etkisi vardır özellikle de sabah saatlerinde. Hiç birşey düşünmez, sadece uyumak istersin.

       Antalya'nın en sevdiğim yanı belki de çokca yağan yağmurlarıdır sonbaharda. Kısacık bir ilkbaharın ardından upuzun bir yazı olur ve ardından yine sonbahar. Kış hiç yaşanmaz Antalya'da. Ben Antalya'nın hiç gelmeyen kışını ve sonbaharını severim. Ben hiç kar sevmem mesela, hatta nefret bile ederim. Kara basamam, ürperirim. Ama yağmur öyle mi yaa? Ayağım da ıslansa, saçlarım da bozulsa, makyajım da aksa yağmuru bir başka severim. Yağmur hayattır, arınmaktır, koca bir şehrin ya da koca bir dağın yıkanmasıdır. 

       Bugün çok yağmur yağdı. Sokağa bile çıkamadım. Sabah yürüyüşümü de yapamadım. Ama olsun şangur şungur yağan bir yağmurum vardı geçen yaz günlerine inat. Güzel bir çay demledim. Sofra kurdum camın önündeki masaya reçel, peynir filan. Çocukluğumdaki gibi olsun istedim nedense bu sabah radyoyu açtım ne gelirse dinlemek üzre. Yağmurlu havalarda radyo dinlemenin keyfini iyi bilenlerdenim. Tek kanal, tek düğme.. 

       Epey bir çocukluğuma indim bu sabah. Annem çalışan bir kadındı, babamı ben dört yaşımdayken kaybetmiş ve anneannemin evinde oldukça kalabalık bir nüfus hep birlikte yaşıyorduk. İki katlı evimiz, bahçede bir ıhlamur ağacımız ve kocaman pembe pembe açan tokmak güllerimiz vardı. Benim ilkokula başladığım yıl kardeşime bakacak biri olmadığından, anneannem kardeşimi alıp henüz yeni ataması olmuş teyzelerimden biri ile Çorum'a gitmişti. Diğer teyzem de annem gibi çalışıyordu. En küçük teyzem ise benden sadece dört yaş büyük olduğundan henüz ilkokul beşinci sınıf öğrencisi idi. Ben sabahçıydım, teyzem ise öğlenciydi. Dolayısıyla okuldan eve geldiğimde yalnız kalıyor, radyo dinliyordum. Düzenli bir dinleyici olmuştum artık önüme ne çıkarsa. O yüzdendir belki daha o yıllarda caz, opera, senfoni, şarkı, türkü, kitap, tiyatro herşeyden bir fikrim vardı. Radyoda her gün düzenli kitap saatleri vardı. Radyo tiyatroları olurdu. Yazarlar, şairler, müzisyenler konuşurdu. Şimdiki gibi magazin olmazdı radyoda. Annem öğle arası işten eve geliyor sobaya odun atıyor, yemeğimi hazırlıyor, demlediği çayı sobanın üzerine bırakıp gidiyordu. Kırmızı bir battaniyem vardı eski Türk filmlerindekilerin aynından kırmızı üzerine pembe çizgili. Babamın battaniyesi idi. Sobada odun azalınca altına girer otururdum camın önündeki sedirin üzerinde. Çoğu zaman erken kalkmış olmanın yorgunluğu ve yağmurun rehaveti, radyodaki hafif müziğin etkisi ile uyuyakalırdım. Bir de çaydanlık mutlaka olurdu sobanın üzerinde cızır cızır ses çıkartırdı. Oda hava karardıkça loş olur, sobadan tavana vuran közün aksi, yağmurda komşunun bahçesindeki yağ tenekesinden saksılara damlacıkların düşüş sesi inanılmaz bir uyum oluştururdu miskinliğim ile. 


       Bugün yine aynını yaşayıvereyim dedim işte pencerenin önüne kurduğum kahvaltı ve radyodaki müzik ile. Yağmur vardı, müzik vardı, çay vardı, reçel vardı, komşunun bahçesinden gelen teneke sesi bile vardı yağmur damlacıklarından ama soba yoktu, soğuk yoktu, kırmızı battaniye yoktu. Meğer kış ayı soba ayı demekmiş. Soba olmayınca odun çıtırtısı, çaydanlık cızırtısı da olmazmış.


       Bir de o kız çocuğu yoktu. O yağmurdan sonra elektrik direğine konup ötecek olan kara kargayı bekleyen..

     Seda ATALAY









ÇİFTE KAVRULMUŞ KÜÇÜK RENKLİ LOKUMLAR


ÇİFTE KAVRULMUŞ KÜÇÜK RENKLİ LOKUMLAR
     Bir bayram sabahı  çok erken saatlerdi. Uyanmış ama henüz kalkmamıştım. Telefonum çaldı. Arayacağını tahmin edebileceğim en son kisiydi. Açtım;

-"kapıdayım, zilini bilemedim, açar misin?"

diyordu. Şaşırdım, kalktım, otomata bastım, kapıyı açtım, bekliyordum. On iki daireli apartmanda beşinci katta oturuyordum. Asansör yoktu. Merdivenleri çıkmasını bekledim. Son kata geldiğinde yukarı doğru bakıyordu. Kapıda geriye doğru çekildim, içeri buyur ettim. Girdi... Üzerimi değiştirmek için öbür odaya gittim. Geldiğimde kanepede oturmuş öyle boş boş bakıyordu. Çay koydum ocağa, kahvaltıya oturduk. İkimiz de az konuşuyorduk. Sessizliği ilk bozan hep o oluyor, ben konuştuklarını tek tük sözlerle ya da mimiklerle onaylıyordum. Neden geldiğini hiç sormadım. Bayram günüydü ve o benim konuğumdu. Ben sustukça kendini konuşmaya mecbur hissedercesine konuşacak konular buluyor; konuştukça da saçmalıyor, her defasında da aleyhine bir noktaya geliyordu.

-"Çok sessizsin"

dedi. Tebessüm ettim.

-"Gözlerin bütün öfkeni ifade ediyor ama"     dedi.

-"Saç rengimi bir iki ton daha açmalıyım o halde. Koyu tonlar sert gösteriyor yüzümü"

dedim. Biliyordu siyah saçlarım yıllarca yüzüme sert bir ifade verdiği için kırmızıya boyadığımı.

-"Rengini acarsan turuncu olur ama"

dedi. Gülümsedik... Bir ara telefonu çaldı. Uzun uzun telefonun çalışını izledikten sonra açtı. Belki de ilk defa benim yanımdayken çalıyordu telefonu. Hatta sırf bu yüzden bir dönem evli olabileceğinden şüphe bile etmiş, bu konuda ağız aramalarım beni tatmin etmemişti. Telefondaki sesi duyuyordum. Bir kadındı, bayramlaştılar. Kadının ilk anlarda sesi coşkuluydu ama aynı coşkuyu alamadığından olacak kısa sürdürdü konuşmayı. Ben hiç bir şekilde ilgilenmiyor; ekmeğime sürdüğüm yağ ve reçeli afiyetle yiyor, çayımı yudumluyordum.

-"Lezbiyen"

 dedi. Anlamamışçasına

-"kim?"

diye cevapladım. Telefonunu göstererek konuştuğu bayanı kastettiğini ifade ediyordu.

-"Olabilir bize ne bundan?"   dedim.

-"Doğru... Bize ne.."

dedi. Aklıyla bayanla duygusal bir ilgisinin bulunmadığı mesajını veriyordu. Oysa artık BANA NE idi.. Evindeymiş gibi davranmaya çalışıyor, arada kalkıp hem kendinin hemde benim çayımı tazeliyor ufak tefek şakalar yapıp ortamın gerginliğini bozmaya çalışıyordu. Mimiklerim hala tebessümün ilerisine geçmiyor, hiç soru sormuyordum. Oysa neden gelmişti onca yolu sekiz dokuz saat..! Cesaretini topladı;

- "Özledim"

dedi. Sustum. Kısa bir sessizlikten sonra gülümsedi ve bu bayramı benimle geçirmek istediğini ve o yüzden geldiğini, ancak benim buna hiç sevinmediğimi söyledi. Uzunca bir sure yine sessizlik oldu. Yağlı ve reçelli ekmeğimi yemem bitmişti. Kafamı kaldırdım, yüzüne tebessüm ettim ve

- " Bu sefer lokum getirmemişsin"

dedim. İlk defa ikimiz de aynı anda sesli güldük. İyi bilirdi dışı bol Hindistan cevizli ve içi bol findıklı lokum sevdiğimi. Ama o bana her gelişinde minik minik çifte kavrulmuş renkli lokumlardan getirirdi. Bir gün sormuştum:

-"Neden sevdiğim lokumlardan değil de çifte kavrulmuşundan?"   diye;

-"Bu daha pahalı da ondan"

 diye yanıt vermişti. Bana bir tek lokumun pahallı olanını aldığından hiç itiraz etmezdim. Çok hediyeler alırdı oysa. Ama hep ucuz şeylerdi, pazardan oradan buradan. Hiç kolye almadı mesela. Bilmez miydi acaba kadınlar en çok KOLYE sever... Ya da ben.    Kimbilir...  Kahvaltısını bitirmişti. Son çayı keyf çayıydı. Bardağını aldı, koltuğa geçti. Ben hala masadaydım. Konuşmuyorduk. Çaylarımıza kaptırmıştık kendimizi adeta. Eskiden de biz öyleydik. Aynı müzikleri dinler, çayımızı doldurur bazen şarkıyı mırıldanırdık. JUST ANOTHER DAY IN PARADISE..... Bir şey mırıldandı, sessizliği bozdu. Baktım ne diyor diye.

-"Herkes aynını söylüyor. Devlet memuruyum. Bu zamanda nasıl geçindiririm evi? Ancak bir hemşire yada öğretmenle evleneceğim ki bir şeylere sahip olabileyim."

diyordu. İç sesiyle konuşuyordu. Farkında değildi.

-"Mevsimlik çalışan biri. Yazları yoğun ama kışın boşta."

diyordu. Benden bahsediyordu. Turizm personeliydim; öğretmen ya da hemşire değildim dediği gibi. O ise devlet memuruydu. Daha önceleri evlilikten bir kaç kez söz açmıs ama bir teklifi olmamıştı. Simdi ayrıydık, öyle bir beklentim HİÇ olamazdı. O anda benim sadece bayram ziyaretime gelmiş kendi iç sesiyle konuşan bir konuğumdu. Çayımdan bir yudum aldım;

- "Sana bir öğretmen ya da hemşire bulalım."

dedim. Afalladı... Şaşırmış bir ifadeyle yüzüme baktı... baktım...!

    Seda ATALAY










Seda'nın Kalemi

SEVGİLİ ÖMER

Sevgili Ömer, Bugün doğum günün, ben seni aramayacağım. Kutlamayacağım... Ömer,geçenlerde seninle ilgili bir haber öğrendim ve numaranı...