YAZMAK YENİDEN YAŞAMAKTIR

   
YAZMAK YENİDEN YAŞAMAKTIR
       İnsanoğlu, oldu olası imzasını atmak istemiş yaşadığı her şeye. Yazmış duvarlara yazısını henüz harflerini keşfetmediği resimler ile. Sonra taş tabletler derken, ceylan derilerine dökülüvermiş sözcük sözcük resimler. Sonra harfler, en sonunda da kağıtlar. Evet o mis kokulu, ağaç kokulu kağıtlar olmuş harflerin zemini. 

       Beni en çok ilgilendiren kişisel yazılardır, hikayelerdir, romanlardır, şiirlerdir. Mis gibi duygulardır, fikirlerdir... Bir süredir yazarlarım diyen herkesin ruh halini, yazma evrelerini inceliyorum. Ben de yazıyorum diyene kadar geçirdiğim evreleri değerlendiriyorum. Bakıyorum... şaşırıyorum... Yazarlık ne kolaymış diyorum. Meğer yazar olmak, paran olmaktan geçiyormuş çoğu zaman. Çok küçük yaşlarda okuduğum bir kitap geliyor aklıma. "Küçük Kadınlar" bu kitabın adı "Küçük Kadınlar". Genç bir kızın KALEM İŞÇİSİ olabilmek, hikayelerini bir yayımevine kabul ettirebilmek için verdiği yılmaz mücadeleyi düşünüyorum. Gerçeklere bakıyorum da "Deh dıgıdık dıgıdık dıgıdık" yazabilen ve parası olan yazar olabiliyor zihnin, fikirden fukara olduğu her yerde.  Kocasından boşanan, aldatılan, haklı olan herkes yazar adayı, filozof bu ülkede. 

     Piyasadaki ünlü kitapevlerinde kitaplarını rahatlıkla bulabileceğimiz ve bazı kitapları ikinci üçüncü baskısını yapmış bir yazar:

-"İmla bilmeye gerek yok, bir yazar olmak için."

diyor. Şaka mı yapıyor acaba diye tereddüt içinde bakıyorum yüzüne. Sahiden de çok ciddi. Soru işaretleri ile dolu bakışlarımı farkediyor ve devam ediyor..

-"İmlayı editör nasılsa düzeltiyor. O yüzden noktayla, virgülle vakit geçirmiyorum. Konuya konsantre oluyorum sadece. Detaylarla kafamı yoracak olursam, konuyu kaçırırım."

diyor. Şaşkınlığım o konuştukça büyüyor. 

-"İyi güzel de siz roman yazıyorsunuz diye biliyorum. Kimya kitabı değil. Dolayısı ile duygulara hitab ediyor olmanız gerekir. Bazı imla kuralları ifadeye göre değişkendir roman ve öykülerde. Editör sizin hissettiklerinizi birebir hissetmelidir ki bunu ona göre düzenlesin. Bazen soru kalıbında şaşkınlık ifadesi vardır. Siz ünlemli yazarsınız, editör buna soru işareti koyarsa ifade değişir.

Duymazdan geliyor ve devam ediyor..

-" Üst kat komşum edebiyat öğretmeni şansıma. Yazdıkça veriyorum ona. İmla ile filan uğraşma, sen düşük cümleleri düzelt. Editör bakar imlaya diyorum."

-"İmlayı editör, grameri üst kat komşu düzeltiyorsa siz ne yapıyorsunuz? Oldu olacak hikayenin ana temasını söyleyin, ben hepsini yazıp vereyim size. Altına adınızı yazabilir misiniz?"

-"..........................."

       Daha beş altı yaşımda öğrendim yazmayı. Sekiz-dokuz yaşlarımda öyküler  yazardım. Yazmak, koskoca bir dünyaya açılan bir kapım oldu o günden bu yana. Kuşkusuz okumak, yazmaya göre çok daha büyük bir dünyadır ya; Herkes okur da herkes yazamaz işte. Yazabilse de herkesin yazdığı okunmaya değmez. Yazmak; boyasız, tuvalsiz  boyamaktır dünyayı. Yazmak, iyi bir besteye tohum atmaktır. Yazmak; Kelepçe takmaktır bazen özgürlüğe, bazen de kelepçeleri açan bir anahtardır. Her halükarda özgürlüktür anlatıma dair. Herkesin kendi imgeleri, sözcükleri vardır ifadesinin resmi. Her cümle kendi içinde uçan balondur. Ne kadar yükselirse göreni de o kadar çok olur. Patladığında ise olay olur!... 

     Her yazının bir karakteri vardır. Anlarsın yazanı kimdir, adını bilmesen de. 
"Yazmak, yeniden yaşamaktır!".  Yaşatmaktır uçsuz bucaksız!...

   Seda ATALAY






OH mu desem, VAH mı desem, AH mı desem..!

 
OH mu desem, VAH mı desem, AH mı desem
     Hani bir şarkı vardır: "Binlerce Dansöz Var" diye. Bir de klibi vardır; güzel bir sürü beli kıvrak genç kadın oynar durur şarkıcının etrafında. Mini elbiseleri altındaki biçimli kalçalarını bir kıvırır, bir titretirler. Biçimli, bronz çıplak bacaklarını da atarlar sağa sola. Biz de kah ayıplayarak, kah beğenerek, kah içine düşerek, kah gözümüzü kaçırarak seyreder; sonra da daha ne anlatıldığını kavramadan yatar uyuruz. 
 Zaten bütün hikaye de bu yatıp uyumalarla başlar öyle değil mi? Ne tatlıdır ölüm uykusu..! Kanın yavaş yavaş çekilir. Bedenin yavaş yavaş soğur. Biraz üşürsün ama aldırmaz, dalarsın uykuya. Kalkıp hareket etmeye, bedenini ovuşturmaya takatin kalmamıştır artık. Huzur istersin. İstersin  de bu uyku nelere gebe düşünmezsin. 

       TRT haberlerinden tanıdım ilk defa Can Dündar'ı. Benim yeni yetme yaşlarımda o henüz muhabir idi. Büyük duayen programcıların alt kadrosunda olmasına rağmen ince sesi, kibar üslubu, yerli yerinde giyimi ile dikkat çekiyordu. Kendi programlarını hazırlaması fazla uzun sürmedi. Sonra ard arda öykü kitapları yazdı. Kitaplarındaki duygusallık, kendi geçmişine özlem, toplumsal hasret temaları ile beni yazılarına bağladı. Bu arada kısa aralıklarla yazıp, yönettiği belgesel nitelikli filmleri ile de tartışılan bir haberci oldu. 

       Siyasi görüşünü çözemediğim tek gazetecidir diyebilirim Can Dündar için. Şu yukarıda bahsettiğim şarkının klibindeki gibi kalçasını bir kıvratıp, bir titreten; bacağını bir oraya, bir buraya sallayan güzel bir manken edası ile yaptığı haberciliği, hep o dönem hangi gazetede çalışıyorsa, hangi TV kanalında boy gösteriyorsa ona göre değerlendirmişimdir. Bazen bir işe kalkışırsınız. Çok ses getireceğini düşünür, önüne ardına bakmadan koyulursunuz işe. Bazen bitiminde alkış bile toplarsınız. Peki alkışlayacak olanlar kimdir, nedir, hangi fikre hizmet ediyordur bilir misiniz? Ya da umursamış mısınızdır? 

       Bir dönemin en çok ses getiren yapımlarındandı "Sarı Zeybek" belgeseli. Can Dündar çekmiş ve seslendirmişti. Hergün bütün TV kanallarında bahsi geçiyordu. İlk gala gösterimini haber yapmıştı kanalın biri. Sinema çıkışında ünlüler, siyasetçiler, gazeteciler röportaj veriyordu. Hepsi gözleri ışıl ışıl çok mutlu çıkmışlardı sinema salonundan. İçlerinden sadece birisi, tek bir adam beğenmemişti yapımı. Muhabire, bütün öfkesi ile bu belgesel filminin tehlikelerinden bahsediyordu. Gösterimden kaldırılması gerektiğini, bilgilerin çarptırıldığını söylüyordu. Deniz Baykal idi bu sinirlenmiş adam. Beni bilen biliyor ya; Deniz Baykal'ı günahım kadar bile sevmem. Yine çomak sokuyordur doğrulara diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Sinemanın olmadığı bir şehirde oturuyor olmanın dezavantajı ile belgeselin TV'de yayımlanmasına kadar beklemiştim. Belgeselde Türkiye Devletinin kurucusu bol bol içki içiyor, Trablusgarp'ta sürgünde olduğu dönemlerde özellikle kadınlarla mektuplaşıyor. Mektuplarda aşklar yaşıyor ve Kürt özerkliğinin hasretini çekiyordu. Gösterimdeki fotoğraflar Mustafa Kemal Atatürk'e aitti de bahsi geçen sahış kimdi..? Bir sürü şakşakçı sinemacının, gazetecinin, fikir adamının pofpofladığı bu muydu? Bu safsataları mı merak etmiştim? İlk defa Deniz Baykal'a hak vermiş olmanın şaşkınlığı içinde idim. Güya bu filmde Atatürk, putlaşmış görünümünden çıkartılıp insani yönü ile ele alınmıştı..!

       Belgesellere sorgusuz inanan ve gerçek belgelere dayatıldığını zanneden bir toplumuz. Bugün sıradan halkın inançlarını oluşturan bir yapımdır Sarı Zeybek. Bu belgesel ile halk liderlerinin aslında bir alkolik, ayyaş ve kadın düşkünü biri olduğu kanaatine varmıştır. Askeri dehalarını "KİM OLSA AYNINI YAPARDI" düşüncesine taşımış ve mevcut siyasi iktidarın ekmeğine yağ, üzerine de reçel sürmüştür. Can Dündar, yaptığı bir haberden dolayı sorgulandı ve tutuklandı. Yaptığı haber, şeffaf habercilik içeriyordu. Devletin ayıbını, suçunu, acizliğini ortaya çıkarması açısından Dündar için dönüm noktası olmuş bir haberdir. Bugün yaptığı bir haberden dolayı tutuklanmış olması gazetecinin şöhretini ebedileştirmekten başka bir yarar sağlamayacaktır düşüncesindeyim. Geçmişindeki yanlışından dolayı alkışlandı. Şimdiki doğrusundan dolayı tutuklandı. Şimdi ben bu tutuklanmaya OH mu desem, VAH mı desem, AH mı desem..?

       Ben hala gazeteci-yazar Can Dündar'ın asıl safını merak etmekteyim..!

   Seda ATALAY

                                                                                                                                                                

TAŞ KALPLİ


~~Seda ATALAY~~


       Her yeni gün, her yeni yüz, her yeni şehir; en yeni bilgisini sunar her insana. Gün olur doğru diye öğretilen kalıpların yanlış olduğunu ya da öğretildiği gibi doğru kullanılmadığını görüverirsin. İnanç eksiklikleri, güvensizlikler, hayal kırıklıkları tam da bu noktada başlar. Eğer insan çok fazla dürüst ya da duygusal ise etkisi travmalar yaşamaya kadar gider.

       Kişisel gelişimimiz, taa anne karnında başlar. Daha anne karnındayken duyulan müzik, atılan kahkaha, okşanan karın, fısıldanan sözcükler bebeğin ruhsal yapısını etkiler. Doğumdan sonraki gelişim daha uzun ve kapsamlıdır. İnsan yavrusu, ruhu kadar zihnini de geliştirir yaşam süresince. Bu da kişiliğini bütünleştirir. Yaşamını bebeklik, çocukluk ve gençlik dönemlerinde toplumsal olarak sürdürür; olgunluk ve yaşlılık yıllarındaysa genellikle kişiselleştiririz. Gelişimimiz, yaşadığımız travmalarla yoğrulur. 

       Hayat sanki hayal kırıklıkları üzerine kurulmuştur. Hiç sanmıyorum ki kandırılmamış bir insan olsun. En dürüst olanımız bile bir gün mutlaka aldatılmış ya da sömürülmüştür. 

     Dedem, ticaret ile uğraşan herkesin yalancı olduğunu söylerdi. Yıllar sonra anladım ki meğer herkes kendi çapında ticaret yaparmış! 

      Yaratılmış her canlı varlık, sahip olamadığına ihtiyaç duyar. Güven duygusu olmayan bir insan, güvenecek dostlar arar. Sevgiye aç bir insan, en çok aşk arar. Yalnız olan herkes, sıcacık kalabalıklar peşine düşer. Bir de duygu hırsızları vardır. Bunlar, önce yalvarır, dilenir sonra da çekip giderler. Giderken de yanlarında mutlaka senden birşeyler alır götürürler. Kalbinden bir parçadır bu götürdükleri. Delmişlerdir, kırmışlardır, koparmışlardır ve heybelerine kanı aka aka koyup gitmişlerdir o parçayı. Bir gün bu kopuklar, delikler, kırıklar öyle çoğalır, öyle büyür ki akan kanı durdurmak zorlaşır. Kendince önlem alır, tuz basarsın, nafile. Kalbine yara bandları yetişemez olur. Gazlı bezle sararsın, bez kirlenir. Jelatinlersin, yine olmaz. En sonunda beton dökmek zorunda kalabilirsin yüreğine. İşte o en kötüsüdür. Kalbin hava alamaz bir türlü, ince nazik sesleri duyamaz olur artık. Parlak, cafcaflı renklerden de mahrumdur. Kendi gri kalıbında çürür gider. Taş kalpli olmuşsundur. Gülümsemen yavan, bakışların inançsız, tavırların güvensizdir. Yaşadıkların yüzündeki çizgilerdir artık. Fal açılır her bir çizgiden, kitap okunur. "Çok değiştin sen" diyenlere inat tebessümünle sevildiğine inandırırsın başkalarını. Seversin de aslında! Sevgi beklemezsin sadece. İşte en çok o gün sevilirsin inançsızlıklarının aksine. İşte en çok bu çelişki,  taş kalpli yapmıştır seni.

      -" Güven duygumu kaybettim."

 diye bas bas bağırıyordu kadın. Adam sinmiş bir köşeye izliyordu feryatları. Besledi kendini bu çığlıklarla. En yeni maskesini taktı yüzüne. Güzel giyindi. Güzel kokular sürdü tenine. Aynada gülümseme provaları bile yaptı. Ellerini yıkamayı ihmal etmedi. Çünkü en kirli yeri idi elleri vücudunda. Onlarr değil miydi saçları okşayan; Sonra da o saçların kesilmesine sebep olan.

       En çok taş kalpli insanları severim ezelden. Sahtekar sevgilerinde bile dürüsttürler adeta. Sevgilerinde sana, senin istediğini değil; ihtiyaç duyacağını verirler. Maskesizdirler... Aşkları öpücüklerle süslemek yerine, tebessümlerinde saklıdır. Ne mutludur ki o taşı delip geçene... Ne mutludur ki o taşa hayat verene, renk verene...

   Seda ATALAY
            2015









BANA BİR UMUT VER

     
BANA BİR UMUT VER
 Olmayan birşeyi varmış gibi göstererek bir kediye bile umut vermeyiniz demiş İslam peygamberi. Oysa umut, en büyük ticaret. Umut taciri deriz, parasını aldığı işi yalan dolanla tamamlayamayanlara. Bu uğurda kimbilir kaç kişi öldü, öldürüldü binlerce yıldır. Kimbilir kaç kişi umut seline kapıldı, yıkıldı, savruldu. 
Tutulmayan verilmiş sözler. Umutlarına yetemeyen ömürler. Nesilden nesile beklentiler.. Hepsi bir yana da bunu akademik kariyere dökenlere ne demeli? 

       Kadının kızı hasta;

-"Ne doktorlara, uzmanlara götürdük iyileşemedi. Gitmediğimiz hoca kalmadı. Muskalara verdiğimiz parayla ev alırdık. En son gittiğimiz hoca Papaz büyüsü yapılmış dedi. Bizi papaza gönderdi."

diyor. Kızı yine de iyileşememiş. Beğenmemiş uzman doktorları ya; aslında çabucak mucize beklemiş. Bir iyileşme süreci olduğunu düşünememiş. 

-"Gittiğim bütün hocaların nefesi kuvvetli dediler. Herkes memnun, bir bize yaramadı."

-"Peki memnun olanların dertlerine deva bulduklarını gözlerinle gördün mü, duydun mu?"

Susuyor. Çünkü bir umut inanmış. Toplumların cahillik ve mutsuzluk oranları ne kadar yüksek ise umutlarını fantastik şeylerden arayışları bir o kadar fazladır. Dilimizde pelesenk olmuş adeta "fala inanma, falsız da kalma". Oysa toplumumuzun yüzde doksanının inandığı din "fal ve büyü Allah'a küfürdür, günahtır" diyerek yasaklamıştır. Yine de bile en cahil insan ile çok okumuş insanın en çok birleştiği şeylerdendir fal. Cahilin, bilgeyi en çok yendiği, sömürdüğü alan. 

       Şehir merkezinde yürüyorum. Yüksek katlı bir binanın balkonunda cadı görünümlü bir heykel. Yanındaki tabelada "fal ve tarot bilim merkezi" yazıyor. Oraya defalarca giden bir arkadaşım, vergi levhalarının bile olduğundan bahsediyor. Büyücülüğün yasal hali.. Bir kitapta okumuştum. Hitler, bir takım kararlar alırken astrologlara, astroloji haritasına baktırırmış. Sonuç...

       Kuşkusuz astroloji, fal meraklılarının en fazla ilgi alanıdır. Binlerce yıldır kendilerine kahin sıfatı takılan insanlar kehanetlerde bulunmuşlar ve yaptıklarının bilim olduğunu savunmuşlardır. Şimdi bu insanların daha bilimsel görünümlü, havalı bir ismi var: astrolog. Dinler, birer felsefedir. İnsana iyi olmanın sırlarını verir. Ancak, insanlar zekaları ile kutsal kitapları fal ve büyü kitabına çevirdikleri gibi; astronomiyi de astroloji adı altında falcılığa çeviren bilim insancıkları yaratmışlardır. Astrologlar, muskacıların aksine daha modern görünümlü ve akademisyenlerdir. Muska yazmazlar, eline üçgen dürülmüş fotokopiler tutuşturmazlar. Ancak bir muskacının da kullandığı bilgilerin aynı ile haritanızı oluşturur, size yön verirler. Matematik kullanırlar. Ama kesin sonuç vermezler şahsa yönelik. Oysa metematik dahil, bilimde sebep ve sonuçlar kesindir. Kesinleşmemiş sonuçlar ise bilimsel nitelik taşımaz, sadece umut verir. Astrolojiye göre  herkes mülk zenginidir adeta. Oniki tane evleri vardır. Bu evler astrologların tahminlerindeki yanılgılarını kurtaran en önemli etmenlerdir. Dedikleri birşey tutmadıysa illaki evlerinden birindeki bir durum tetiklemiştir. Eee tabi ev sayısı çok olunca kıvırmak da kolay oluyordur. Biri değilse diğeri durumları.. Siz tatmin olmayınca da size hemen cahil damgası vuruluyor..! Muskacılar ile astrologların birleştiği bir nokta ise; asla yaptıkları iş falcılık değil, öngörü ve bilimdir..

       Kendilerine astrolog diyen kişiler öngörülerini yükselttikçe; daha doğrusu,  insan algılarını çözmeye başladığında kendilerine danışmanlık sıfatı kazandırırlar. Bundan sonra gelsin paralar dönemi başlar. Çünkü astroloji ile yatıp kalkan insanların sayısı hiç de az değildir. Oysa önce astrologların hayatlarına bir göz atmak lazım. Siz hiç zamanla güzelleşen bir astrolog gördünüz mü? Ama eminim güzel iken çirkinleşenleri çoğumuz biliriz. Peki hiç güzel bir hayat yaşayan, dört dörtlük hayatı olan bir astrolog biliyor musunuz? Peki onlar herşeyi bir haritaya bakıp söyleyebiliyorlarsa, kendileri neden hayal kırıklıkları yaşıyorlar?

       Kehanet kendini şirk koşmak ise neden şirklerin peşinden gitmek ihtiyacı duyuyoruz? Oysa hayatımız bir kader ile başlar ve akıl ile devam eder. Eğer kehanetler ya da haritalar hayatımıza yön verecekse akla neden gerek duyuldu? Suyun akışı durdurulabilir mi? Yönünü değiştirdiğiniz su bir gün kendi yolunu bulmaz mı? Eğer savunulduğu gibi astroloji en uygun zamanlamaları bilme bilmi ise hayatına kendin yön vermiş mi oluyorsun? Peki burada benim ya da kalbimin işi ne? Fal, kehanet ve büyü ile doldurduğunuz hayatınız ne zaman size bir çiçek sundu? Birileri umut denen bir pasta yiyor. Akıl bedava, kullanın..

       Binlerce yıldır dünyada, insan davranışlarında bir değişiklik yaşanmadı. Medeniyet adı altında teknoloji ve moda oluştu. Ancak insanoğlu binlerce yıl öncesinde olduğu gibi halen birbirlerini katlediyor ve geleceklerini yıldızlardan okuyor..!

   Seda ATALAY






BOMBA ETKİSİ


BOMBA ETKİSİ
     Bugün telefonuma bir kaç kez ard arda gelen bir mesaj; "xxxxxxxxxx nolu telefon numaranıza alışverişlerinizden dolayı tanımlanan 2750 TL.değerinde HEDİYE paketinizi 3 gün içinde almazsanız iade olacaktır. xxxxxxxxxx "(irtibat numarası)

       Mesaj oldukça tehditkar..! Sanki paketi almazsam çok şey kaybedeceğim..! Sanki almak zorundayım..! Sanki harcamalarım ile telefon numaramın bir ilgisi var..! Tamamen algı yanıltması. Bedavacı heveslendirmesi.. Gönderici numarası yok. Ama mesajın sonunda sabit numara var güvencesi. Paketi üç gün içinde almam tehditi manidar. Çünkü üç gün sonra Cumhuriyet Bayramı var. Mesajdan şüpheleniyorum ve başka şehirden bir tanıdığımdan numarayı sabit bir hattan aramasını rica ediyorum. Aranılan numara sürekli 1-3-5- başka numaralara yönlendiriyor ve asla cevap verilmiyor. Şüphelerimiz bizi haklı çıkartıyor. Kesinlikle öyle bir paket var. Ama kendi numaramdan aranmam bekleniyor. Ya aradığımda bir yer havaya uçacak ya da paketi aldığımda benimle birlikte çok şey..

       Biz ne zaman bedavacı toplum olduk? Oysa başkalarının malına zarar verme, izinsiz alma yoksa hırsız olursun zihniyeti ile büyütülmedik mi? Dalları yola sarkmış ağaçların meyveleri yerlere dökülürken, bir kez bile izinsiz uzanmayan insanlardık. Çok mu zengindik? Yoksa zengin olmaya değecek şeyler mi yoktu hayatımızda..! İlk gazeteler başlattı diye hatırlıyorum bedavacılığı. Kupon karşılığı ev, araba, eşya dağıttılar çekilişle. Sonra işi küçültüp, büyüttüler. Kitap verdiler herkese. Oysa gazeteler zaten ilim-irfan, haber yuvası değil miydi? Çanak, tabak, bardak derken okunmayan gazetelere bir sürü para ayrıldı her ay bütçelerden. Neymiş efendim? Bedavaymış.! Hani bedavacılık çok ayıptı eskiden ya.." Fırsat bu fırsat"  diye bas bas bağırdılar televizyonlarda, reklam yaptılar. Fırsatcılığı kazıdılar beyinlerimize. Hala devam ediyorlar insanları bedavayı alıştırmaya kontör, dakika filan hediye ediyorlar. Sonra da nerede beleş oraya yaneş mantığı ile hırsızlığı normalleştirecekler. Benden söylemesi.. Mesajda da öyle eminler ki inanacağıma, tehditkar üslübündan belli. Aceleci..

       Bilen bilir: kim kendini ne ile ifade ediyorsa, o yönde tetikler belleğini duyduğu, tanık olduğu herşey. Ben de yazarken asla zorlanmam. Çoğu zaman önceden tasarladığım şeyleri yazmak için oturur klavyenin başına, alakasız başka birşey yazıp kalkarım. Dolmuşta, sokakta, işte, evde, pazarda hiç fark etmez. Hiç tanımadığım birinin konuşmasından bir kelime etkiler ve tetikleyiverir geçmişten sırra kadem basmış bir çok şeyi. Bir de bakmışım o güne kadar hiç düşünmediğim birşeyi farklı bir algı ile yorumlamış, bazen de çözüvermişim kendi belliğimde. 

       Bir fırın açılışında ilk gün ekmekler bedava olur. Bu bedava ekmeğe bile tenezzül etmeyip başka fırının ekmeğini parasıyla satın alan bir ailede yetiştim. Anneannem hep tembihlerdi: 

-"Sofranıza oturmamış hiç kimsenin sofrasına oturmayın. Bir gün öyle bir laf eder, yuttuğunuz lokmayı çıkarıp geri veremezsiniz." 

Komşuluk ilişkilerimizin güçlü olduğu bir dost aile vardı. Televizyon yayınlarının ilk başladığı yıllardı. Komşu teyze her iş dönüşü evine geçerken uğrardı bizimkilere. Ayrılırken de:

- "Akşam çocukları televizyon seyretmeye gönderin ha" 

der giderdi. Hemen hemen her akşam gider çizgi film seyreder dönerdik. Anneannem çoraplarımızı değiştirir, elimizi yüzümüzü yıkatır, sofra zamanı sofra bezini ellerinde gördüğünüz anda kalkıp eve gelin diye tembihlerdi. Şeker, çikolata vermişlerse eğer zorla filan onu da minderin altına bırakırdık, yemezdik. Aradan en az otuz beş, otuz altı sene geçmişti. Bir şekilde karşılaştım o dost ailenin en küçük oğluyla. Yaşça benden bir kaç yaş büyüktü. O da benim gibi feleğin çarkında hızlı bir çok tur atıp, fırlamaştı bir köşeye. Kendi kendini tedavi ediyordu. Yaşanmışlıklar benziyordu, arada dertleşmek iyi geliyordu dersem doğru olur. Sonra bir gün;

-"Seninle beni memlekettekiler bir duysa bomba etkisi yaratır."

demişti. Bana hiç iyi bir şey gibi gelmiyordu. Herşeyden önce etkisi bomba idi. Hiç bomba görmüş biri değilim. Ancak etkisini bir çok defa yaşamışımdır. İnsanların canı acır. Hatta canı gider. Güzel şeylere dair samimi bir söz değildi bomba etkisi. Başkalarına yönelik acı bir ifade idi kanımca. Bir süre daha görüşüldü. Bu arada anneannemin tembihini de tutmadım, büyümüşlüğün verdiği güvenle. Sonuç itibari ile yabancı görmemiştim. Adamın sofrasına da oturdum, çayını içip dondurmasını da yedim. Çok fazla geçmedi bir gün bomba elimde patladı. Amaç neydi? Bombanın ipini kim çekti? O bamba nereden geldi? Neden hedef bendim asla öğrenemedim. Bir insan başka bir insandan neden durup dururken bu kadar nefret eder asla anlayamadım. Hiç savunma şansım olmadı. Neyi, neden savunacaktım ki zaten? Ard arda beni aşağılayan, başka insanlarla kıyaslanan sözlerden ziyade bunun başkalarının göreceği ve mutlu olacağı şekilde yapılması idi beni inciten. Birilerinin mutluluğu, birilerinin mutsuzluğundan mı geçmesi gerekiyordu illaki.! Ya da birileri mutlu olsun diye maşa olmak akıl karı mıydı? Cevaplarını asla öğrenemeyeceğim sorular mıydı bomba etkisi..!

       Etraf canlı bombalarla dolu. Öyle öfkeli bir toplum olduk ki hepimiz bomba olmuş geziyoruz. Ne değerlerimize saygı ve sevgimiz kaldı, ne de kendimizi tanıyabilir olduk. Sadece boş boş arayışlarımız var artık. Hayata dair beklentilerimiz hep başkalarını yaralamak üzre. Asıl şimdidir anneannemin tembihlerini tutma zamanı. Kimsenin sofrasına oturmama, çayını içmeme dondurmasını yememe zamanı...

   Seda ATALAY




AŞK ve GURUR

     
AŞK ve GURUR
 Her hayat bir romandır aslında. Bazı hayatlar olağan üstü yaşanır. İlgi çeker. Bazıları ise gizli saklı kalır. Resimli romanlardır bir çoğununki. Resimleri boyamak ise o hayata müdahele edenlere kalır. Siz kimin eline hangi fırçayı, boyayı verirseniz ona göredir hayatınızın rengi, biçimi. Eğer hayatınızı bir serbest çalışma gününe bırakırsanız, önüne gelen istediği gibi biçimlendirir. Siz, siz olmaktan çıkarsınız. Bir de kendi fırçasını, boyalarını başkalarının eline vermeyenler vardır. Hep yalnız adamlar ve kadınlar. Kibir bağlamıştır çoğu zaman etraflarını. Siyah beyazdır romanları. Küçük harfli, uzun cümleli, bol paragraflıdır. Kimse okumaz. Asla yayımlanmaz..


       Elizabeth Bennett ile Fitzwilliam Darcy'i kitap okuyan herkes bilir. Herkesin hayatında aşk hikayesi kahramanları olabilir. Kimi Romeo ve Julliet'i, kimi Leyla ile Mecnun'u, kimi Aslı ile Kerem'i, kimi Yoko Ono ile John Lennon'u yaşar. Benim kahramanlarım ise bayan Bennet ile bay Darcy olmuştur hep. Bayan Elizabeth soylu bir aile kızı değilse de gururlu, eğitimli ve kibardır. Bay Darcy ise soylu, zengin, eğitimli ve kibirli bir züppe. Aralarında bu uçurumlu mesafe çok büyük bir aşkın gurur ve anlaşmazlıklara gebe kalmasına sebep olur. Birbirlerinden ayrı yaşamaya tahammülleri olmayan bu ikili, gurur ve kibir uğruna kıvrım kıvrım kıvranarak izler birbirini. Birinin gururu, öbürünün kibiri  çok güzel şeyleri kaçırtır hayatlarından. 
(Jane AUSTEN - Aşk ve Gurur)

       Ayrılıklarının muhakemesini yapıyordu bir kadın ile bir adam. Gözleri hala birbirlerinde takılıydı. Adam bekliyordu ki kadın ne olursa olsun boynuna atılıversin. Herşeye sünger çeksin.

-"O kadar doluydu ki çevren, sesimi bir türlü duyaramadım sana. Oysa ne güzel planlarım vardı. Sen ise ben sana yaklaştıkça uzaklaşır gibiydin. Beni sevdiğinden çok emindim oysa. Ama renklendiremedim seni."

-"Deneseydin."

-"Hiç izin vermedin."

dedi kadın. Adam başını eğdi. Öylece düşündü. İzin vermediğinin farkındaydı. Acaba zamanında "herşey serbest" dediği kadını, kendi halinde bıraksaydı neler olabilecekti. Biliyordu, kadındı erkeğin hayatını boyayan.

-"Sen beni sevip, başkalarını da merak ettin durdun. Başka kadınların sadece vakit geçirdiği biri olmaktan zevk alır gibiydin. Oysa diğer kadınlar, avuçlarındaki mavi boncukları birbirine gösterip gülüyorlardı sana.!"

dedi yine kadın. Süt dökülmüştü bir kere. Adam alsa eline bir süpürge toplayabilir miydi? Toplamaya değerdi biliyordu. Ama kirlenmişti süt bir kere. İçilir miydi? Hayatın akışına bıraktı kadın kendini. Su yolunu bulurdu nasıl olsa. Suyun yolunu çevirmenin ileride sel baskınlarına yol açacağını öğrenmişti artık. Dualarında hep "hayırlısı" demeye başladı. Fırça, tual, boyalar hepsi vardı hayatında. Hele ki boyaları rengarenkti. Kırmızı, sarı, yeşil, turuncu. En cafcaflısından..

-"Hayatınızda kalem yanında fırçalarınız da olsun." 

dedi kadın. Her hayat bir kitap ve en çok renkli resimli kitaplar okunur..

   Seda ATALAY





                                                                                                                                                                                                     

                                                                                                           Videoyu izlemek için tıklayınız.. 

YA HAYALLER DE BİTERSE

YA HAYALLER DE BİTERSE
       İnsan hayatında bir takım güzellikler vardır. Bazen o güzelliklere öyle bir takılırız ki evirir çevirir anlatır dururuz. Erkeklerin hiç bitmek bilmez askerlik anıları vardır. Hemen hemen hiç biri, bir fiske bile yememiştir komutanlarından. Kırsalda yaşayan ihtiyar amcaların mutlaka bir av hikayesi vardır. Ya bir atışta üç beş kuş birden vurmuştur ya da çok büyük bir balığı yakalayıp denize geri bırakmıştır. Sonra da o balık ile dost olmuştur. Söyleyemez bir türlü deniz kızı hikayelerine inandığını.. Kadınların ise en güzel masalı gelinlik giydikleri o ilk gündür kuşkusuz. Nikahta keramet vardır diyerek bile atılsalar bu uçsuz bucaksız yolculuğa, gelinlik giymek ayrı bir hazdır genç kadınlar için. Ama herkesin acı tatlı mutlaka çocukluk anıları vardır kuşkusuz. Herkes genç olamasa da ihtiyarlayacak kadar ömrü yetmese de çocuk olmuştur. En kötü, en zorlu çocukluk anlarında bile sakladığımız çocukça algılarımız, hayallerimiz ile tertemiz yaşattığımız anılarımız mutlaka kalmıştır belleğimizin kıyısında köşesinde. 


       İlkokula başlamam ile birlikte hayal dünyam da büyümeye başlamıştı. O güne kadar dinlediğim masalları gerçek hayatta keşfetmeyi öğreniyordum. Öyle ya zaten çocukların dünyası masalların ta kendisi değil midir? Okulumuz büyük bir alan üzerine inşa edilmiş iki katlı beton bir bina idi. Derslik sayısı on bilemediniz on iki kadar olmasına rağmen sınıflarımız oldukça büyüktü. Her yıl okulların açıldığı ilk hafta öğretmenimiz bizi ikişerli sıra yapıp evine götürürdü. Büyük bir bahçesi vardı öğretmenimizin. Bahçesi envai çeşit çiçekler ile doluydu. Hepimizin kucağına birer saksı çiçek verir, okulumuza dönerdik. Bir tek bizim sınıfımızın pencere önleri çiçek saksıları ile süslü dururdu. Sınıflar kocaman kömür sobaları ile ısıtılırdı. Okulda hiç üşüdüğümü hatırlamam. Müstahdemler  ders arası bile demeden içeri girer sıkça beslerdi sobaları odun ve kömür ile. Eskiden kar daha çok yağardı. Şimdi küresel ısınma diye bir moda var. Artık yirmi santimi bulunca kar kalınlığı, okullar filan tatil ediliyor. Oysa biz dizimize kadar kara bata çıka giderdik okullarımıza. Kar tatili diye birşey duyulmamış, görülmemişti o yıllarda.

       Okulumuzun arka tarafına bakardı sınıfların çoğunluğu. Arka bahçesinin ilerisinde resmi bina vardı. Binanın okulumuzdan tarafında ve yan tarafında ise yaşlı gürgen ve meşe ağaçları yaşıyordu. Ağaçlar çok sık aralıklıydı. Karşıdan bakıldığında karanlıktı araları. Boyları ise bütün binaları geçmişti. Biraz berisinde ekmek büfelerinin büyüklüğünde terk edilmiş bir beton odacık vardı. Duvarında ise Ecevit'in yırtılmış posteri yıllarca kaldı. Ecevit için hani hep fakir deyimi vardır ya, ben de o küçük odacığın Ecevit'in evi olduğunu zanneder acırdım. Kırk elli ağacın olduğu o yere bizim yalnız gitmemiz yasaktı. Annem hep başımıza birşey gelebileceğini söylerdi. Bir gün teyzeme ;

-"Orası Kırmızı Şapkalı Kızın büyükannesinin yaşadığı orman mı yoksa?"

diye sorduğumda. Teyzem hiç düşünmeden evet dercesine başını sallamıştı. O günden itibaren dersleri dinlemeye kendimi veremiyor, Kırmızı Şapkalı Kızın ağacın birinin arkasından çıkmasını bekliyordum. Onu gördüğüm anda büyükannesi zannettiği kişinin aslında Yaşlı Kurt olduğunu söyleyecektim. Bir de kargalar vardı ağaçların dallarında. Kar yağması durduğunda daldan dala uçuşur, çirkin çirkin bağırırlardı. Bütün dikkatim öten kargaların konduğu ağaçların altlarındaydı. Öyle ya karganın gagasında beyaz peynir varsa ve kurnaz tilki kargayı kandırıp şarkı söyletiyorsa.. 

       Karar vermiştim: Bir gün büyüdüğümde cebime bir sürü taşlar dolduracaktim ve o ormana mutlaka gidecektim. Çünkü orada olan biten herşeyi önceden biliyordum. Tedbirli davranarak Kırmızı Başlıklı Kızı bulabilir, uyarabilirdim. Hansel ve Grater'i de bulup kötü kalpli cadının çikolata, gofret ve bisküviden yapılma evinin yolunu sorabilirdim. Cebimde nasılsa bir sürü taş olacaktı. Taşlar ile kendimi korurdum. Evin duvarlarından büyük bir parça koparabilirsem eğer, Ecevit gile de birazını götürebilirdim. Çünkü onlar çok fakirdi. Çikolata, bisküvi alacak paraları olsaydı zaten bir divanın bile zor sığabileceği bir yerde yaşamazlardı. 

       En unutulmaz hikayeler kuşkusuz çocukluk anılarıdır. Ben çocukluğumu hep hayali kahramanlarla süsledim. Dünyamı kimsenin kirletmesine asla izin vermedim. Hayat o kadar acımasız, gerçekler o kadar ruhsuz ki bir çocuğun hayal dünyasındaki gibi kötülere veremiyoruz çoğu zaman dersini. Kötülerin sayısı ise o kadar çok ki dükkan yapma uğruna yıkıveriyorlar koca koca yıllanmış ağaçları. Park yapmak adına çimen ekip, bank koyup oturup çekirdek çitlemek için kesiveriyorlar hayalleri, anıları, doğanın damarını..
       
       En çok korktuğum şey şimdi: Ya hayaller de biterse...

   Seda ATALAY








BİR SOSYAL MEDYA AŞKI

       Teknolojinin gelişimi ile iletişim de pek çok alanda kolaylaştı. Artık dünyanın öbür ucu ile ilgili meraklarımız azaldı. Çok şeyi hiç yerine gitmeden biliyor, görüyor hatta satın alıyoruz. Dünya parmaklarımızın ucunda. Kızıma ilk bilgisayarını aldığım gün, an be an aklımda.
BİR SOSYAL MEDYA AŞKI

-"Bunun içinde kocaman bir dünya var ve sen bana bir dünya satın aldın anneciğim."

demişti. Kızıma aldığım bilgisayarın ve evimize bağlattığım internet erişiminin o günlerde gücünün farkında bile değildim oysa. Gerçek anlamda internet ile tanışmam aylar sonra olmuştu. Benim için internet artık hiçbir yerde bulamayacağım eski şarkıların erişimi, kolay kolay gitme şansımın olmadığı başka ülkelere sanal bile olsa yaptığım seyahatlerdi. Daha sonralarda facebook kaçınılmaz oldu. Ciddi yetiştirilmiş, kuralcı ve Ali Cengiz oyunlarına prim vermeyecek kadar arkadaşlıklarında seçici bir insanım. Bu benim belki de kendimi koruma altına aldığım bir tutumum. Ama hayat öyle değil işte. Öğretiveriyor derslerini hem de okumadığın sayfalarından..

       Siz hiç kendinizi hiç olmadığınız kadar ahmak hissettiniz mi? Ben hissettim..! Siz hiç mazlumken suçlu, şaşkınken aptal hissettirildiniz mi? Bana hissettirdiler..! 
Gelen bir mesaj:

-"Beni sizinle aldatıyor."

       Kimdir? Anlatmak istediği nedir? Kısa bir süre bekledikten sonra yazmaya devam etti. Herhalde tanıdık biri şaka yapıyordur diye düşündüm önceleri. Öyle ya koskoca çoluk çocuk sahibi insanlarız, çocuk gibi davranışlara ihtiyaç duyacak kadar cahil değildik. Yetişkin, olgun bir insan davranışı da değildi bu kanımca. Dur durak bilmiyor, yazdıkça yazıyordu. Sevgilisinden, ilişkilerinden bahsediyordu. Acaba kimin resimlerine, paylaşımlarına beğeni yapmıştım da kimin sevgilisi beni yanlış değerlendirdi diye düşünüyordum. Cevap yazmıyordum ama mesajlarını okuduğum görülüyordu. Çok seven ve kaybetmekten korkan bir kadın olmalı diyordum kendime. Ben sustukça daha çok detaya giriyordu. Detaylar, sevgilisinin kim olduğu hakkında fikir vermeye başlamıştı. Tanıdık birisi galiba derken, hiç tanıyamadığım birisi olduğunu anladım. Şüpheler oluşmuştu kafamda. Onları yenmeliydim. Bahsettiği kişi asla onun anlattığı gibi biri değildi. Ama durup dururken de kim, neden böyle iddialarda bulunurdu ki..  Artık yazma sırası bana gelmişti. Ard arda sorular sormaya başlamıştım.

-"Ne kadar zamandır görüşüyorsunuz? Neredesiniz?"
-"Uzaklarda yaşıyorum. Bir buçuk aydır sevgiliyiz. Üç haftadır konuşmuyoruz."
 
Ortak planlarından, aşklarından, birbirlerine olan sevgi ve bağlılıklarından bahsediyor; ara ara aralarındaki yazışmaları kopyalayıp gönderiyordu.

-"Ne zaman tanıştınız?"
-"Yedi sekiz ay oldu ama bir buçuk ay öncesine kadar hiç konuşmadık. Aradan çekil. O seni değil, beni seviyor."
-"Peki."
-"Onunla görüşmeyi kesecek misin?"
-"Elbette. Mademki seni seviyor, sevenlerin arasına girmemek lazımdır."
-"Bana beresini gönderecek."

Aksi şeyler söylemişim gibi algılıyor sürekli:

-"O beni seviyor, seni sevmiyor. O beni seviyor işte...."

diye tekrarlıyordu. Söyleyecek birşey bulamıyordum. Şaşkın ve kırgındım. Belli ki kadın bunalımdaydı. Durumundan faydalanılmış, alaya alınmıştı. Çok uzaklarda yaşıyordu. Çocukları vardı. Defalarca ihanete uğradığı gibi, kocası başka kadınlarla yaptığı grup seks görüntülerini bile kendisine zorla izlettirmişti. İki ay önce de resmen boşanmıştı. Psikolojisi alt üst olmuş bir insanla polemiğe girmenin anlamı yoktu. Gerçekten o kadını sevmiş miydi? Yoksa sadece alay mı etmişti? Acaba sıradan facebook sohbetiydi de kadın mı bunu aşk olarak algılamıştı? Zaten bir buçuk ay önce konuşmaya başlamışlardı ve üç haftadır da konuşmuyorlardı. Acaba bunu aşk olarak algıladığı için mi kadın ile arasına bir mesafe koymuştu? Sorularım kendi kedimi kemiriyordu. Onunla arasına mesafe koyduğuna göre beni kaybedebileceği bir durumun ortaya çıkmasını istememiş olabilir miydi? Peki ya beni seviyorsa başka bir kadın ile ya da kadınlarla konuşma gereğini neden duymuş olabilirdi? Peki bu kadın beni nereden biliyordu? Biz oysa başkalarına bizden henüz bahsetmemiştik ki..! Öyle ise kendisi bahsetmişti. Bu da saçma geliyordu. Bir insan, ruh hastası bir kadına sevdiğinden hiç söz eder miydi? Her ne olursa olsun, o kadın da tıpkı benim gibi sevildiğini çok güçlü hissetmişti. Ona bu hissettirilmişti. Öylesine ki kadın, arada ben olmadığımda bir arada ve mutlu olacaklarına fazlasıyla inanıyordu.

       Ertesi gün kendisiyle yüzleştim. Sorularım beynimi allak bullak etmişti. Ama bir çoğunu soramadan o kadını dinlediğim için suçlanmıştım. Üste çıkmıştı. Suçluyum diyordu adeta. Benim açımdan konuşacak birşey kalmamıştı. Sessizce kabuğuma çekildim. Kadın ise her fırsatta yazıyordu. Ben sustukça hırçınlığı artıyor, ağzını bozuyordu. Benim ise mücadele vermeye değecek  birisi yoktu artık hayatımda. Susuyordum. Bir hafta kadar ara vermişti artık yazmaya. Sonra bir gün tatlılıkla bir isteği olduğunu yazdı. Sevgilisinin telefon numarasını istiyordu benden. Çok şaşırmıştım.

-"Sen neden bilmiyorsun sevgilinin telefon numarasını?"
-"Biz hiç telefonda konuşmadık ki.."
-"Facebookta görüntülü konuşuyordunuz herhalde hep."
-"Hayır. Bunu hiç teklif etmedi. Zaten de kabul etmezdim. Çünkü son zamanlarda kendimi çok dağıttım. Bakımsızım. Doğru dürüst saçımı bile taramıyorum."

       Oysa sevilen ve seven her kadın, yalnızken bile her zaman sevdiği yanındaymış gibi bakımlıdır. Çünkü seven her insan, her an yanında taşır sevdiğinin ruhunu. Bu nasıl bir aşktı böyle? Nasıl bir ilişki idi. Henüz yüz yüze hiç karşılaşma yoktu. Bırak telefonda konuşmayı birbirlerinde numaraları bile yoktu. Birbirlerinin mimiklerini bilmiyorlardı, seslerini, konuşmalarını bilmiyorlardı. Ama ilişkileri benim birlikteliğimi bitirecek kadar güçlü idi.

-"Siz sanırım gerçekte görüşüyorsunuz."
-"Artık değil. Unuttun mu o seni seviyor."
-"Evet iyi anlamışsın. O beni seviyor. Çabuk numarasını ver."
-"Sormadan veremem. Facebooktan iletişime geç."
-"Mümkün değil. Bana engel koymuş."
-".............................."

       İnsanlar nasıl kaptırabiliyorlar kendilerini böyle asılsız aşklara. İlişkilerini sosyal medya üzerinden başlatıp, yürütmeye. Artık besbelli iletişimin ötesinde bir boyuta geçilmiş. Bu nasıl bir hastalıktır böyle? İnsanlar burada fikirlerini ya da yaptıkları şeyleri reklam etmeliler. Geniş kitlelere ulaşabilmek, kendini ifade edebilmek için çok güzel bir platform. Amacı bu olmalı. Ben yine de sosyal medya üzerinden arkadaşlar edinen yalnız insanları kınamıyorum. Aşk arayan insanları da anlayabilirim. Ama aşkın kendisini yaşamayı, işte bunu aklım almıyor. Bir insan, bir başka insanın gözlerinde kendini bulmak ister. Göz bebeklerine bakarak konuşmak ister. Ellerini tutmadan, yanında iken dizleri titremeden aşk olur mu? İnsan hiç sevdiğinin sesini duymak istemez mi? Öpmeden, kokusunu hissetmeden aşkı nasıl yaşar?

       Otuzunu, kırkını, ellisini çoktan geçmiş adamlar ve kadınlar neyin kafasındalar? Sahte facebook hesapları açıp başkalarını kıskandırmak adına, kendi kendine konuşanlar bile var. Bu insanlar hangi boyutta yaşarlar? Çocuk işi değil bunlar a dostlar! Çocuklar oyun oynar, ders çalışırlar. Psikolojileri çoktan bozulmuş, koca koca insanlar sadece birbirlerini kekler. Peki ya siz en çok hangi KEKi seversiniz?

    Seda ATALAY









KAYMAKLI BİSKÜVİ

KAYMAKLI BİSKÜVİ
       İnsanın bazen sevdiği çok özel şeyler vardır. Özel oluşu bazen sadece güzel oluşundandır. Ne çok severim kaymaklı bisküviyi. Hele damla sakızlı olanını. Hiçbir özelliği yoktur aslında. Sadece severim işte. Çocukluk yıllarında şimdilerdeki gibi çok çeşit yoktu bisküvi piyasasında. İşin aslı birbirine karışmış tatlar yoktu dersek daha doğru olur sanırım. Bir kaymaklı bisküvi vardı benim bildiğim. İki yuvarlak bisküvi arasında şekerli kaymak. Hiç bütün olarak ısırdığımı hatırlamam. İki bisküviyi ayırır, önce biraz seyreder, sonra önce kaymağından başlar yersin. Çocukluk ne güzel şey. Bir bisküvi bile mutlu eder seni eğer hala çocuk isen..

     Babamı en son çizgili pijamaları ile yatarken hatırlıyorum. Bir hastane odasındaydı. Beni gördüğünde yüzündeki gülümseme ve sarıldığında aldığım koku hala bende. Para vermişti önceden anneme ve çarşıda görüp beğendiği kırmızı fotinleri kardeşim ve bana almasını istemişti. Fotinim ayağımda, babamın kucağındaydım. Geriye doğru uzandı, beni karnının üzerine oturttu ve hoplatmacılık oynamıştık en son gördüğümde. Amcam ve babaannem ağlıyordu az ileride bizi izlerken. Sonra biz orada onu bir hastane odasında bıraktık ve memlekete döndük. 


-"Acele ile çamaşırlarımızı almayı unutmuşuz. Valizimiz ile birlikte daha sonra babaannene gideceğiz. Baban da hastaneden çıkıp oraya gelecek."


dediğinde annem, kalbimde bir şeyler yer yerinden oynamıştı. Valizimizi topladık ve gittik babaannemin Osmaniye'deki evine. Yolculuğumuz iki güne yakın sürmüştü o yılların şartlarında. Babaannem yere oturmuş ağlıyordu. Halalarım ağlamıyorlardı ama sürekli akan gözyaşlarını siliyorlardı öteye beriye dönüp. İnsanın hiç ağlamadan gözyaşları akar mıydı? Akıyordu işte. Amcalarım konuşuyorlardı. Bir şeyler izah ediyorlardı. Biri konuşuyor, öteki susuyor, sonra susan konuşuyor öteki susuyordu. Tamamlayamıyorlardı bir türlü birbirlerinin dediğini. Sonra birşey oldu. Annem çığlık çığlığa atıverdi kendini odanın ortasına. Daha ben hiç birşey anlamadan yengem geldi kardeşim ve beni çıkarttı dışarıya. İki katlı bir evdi. Bütün odaların kapıları hayat dedikleri bir salona açılıyordu. Ahşap merdivenleri vardı. Merdivenlerden yukarıya çıktık, yasaklı odaya girdik. Yasaklı oda, büfeli oda idi. İçinde şık tabak ve fincanların olduğu bir büfe vardı, yeşil renkli kadife koltuklar ve yerde halı. Hep radyo sesi gelirdi eskiden bu odadan. Ajans ya da müzik sesi olurdu. Yasaklı oda idi, çünkü büyükbabamın odasıydı.


       Büyükbabam uzun boylu, zayıf, beyaz tenli namazında abdestinde ev halkı ile iletişimi kopuk kibirli bir adamdı. Bütün torunlarının ad ve doğum bilgilerini sayfalarına yazdığı bir Kur-an'ı vardı. Bir de kösteğini hatırlıyorum. Kapıdan içeri girdiğimizi görünce doğruldu yerinden, gözyaşlarını sildi. Ağlıyordu besbelli. Niye ağlamış olabilirdi ki büyükbabalar büyüktü, ağlamamalıydı. Yengem bizi yanına kadar götürdü.


-"Kuzularım siz mi geldiniz?"

diyerek kardeşim ve bana sarıldı. Saçlarımızı kokladı, öptü. İlk defa sevgiye dair bir davranış görüyordum kendisinden. Neler oluyordu bugün bu evde? Oysa biz buraya babam için gelmiştik. Babam neredeydi? Evin içi çok kalabalıktı. Bütün sülale bir arada idi. Benim ise sorulacak bir sürü sorum vardı ama soracak kimseyi bulamıyordum..


       Yengem bizi büyükbabamın kucağına verdikten sonra büfeye yaklaştı. Gözlerimle onu izliyordum. Çünkü bana her zaman sevecen davranmıştı daha önceki zamanlarda. Büfenin camlı bölümünden bir tabak çıkarttı. Kırmızı sırlı bir tabaktı bu. Yasaklı bir tabaktı kırarız diye. Ama nedense bugün yasaklı olan herşey kardeşim ve bana serbestti. Daha sonra büfenin kapağını açtı. İçinden bir kutu çıkarttı. Büyük bir bisküvi kutusuydu bu. Eskiden bisküviler öyle şimdiki gibi küçük ambalajlarda satılmazdı. En az beş kiloluk kutularda olurdu. Bakkallar kutuyu ekseriye kendileri açar ve kilo ile tartıp satarlardı. Ama bizim evimiz çok kalabalıktı her zaman. Halalar, amcalar, yengeler, kuzenler dışında çok gelen giden olurdu. Babaannemin ahbaplık ve akrabalık ilişkileri çok kuvvetli idi. Kutunun içinden tabağa bir çok bisküvi koydu. Getirdi yanımıza. Birer tane de kardeşim ile elimize tutuşturdu. 


       Büyükbabamın sevgi ve hüzün dolu davranışları, yasakların bir kereliğine de olsa kalkmış olması, aşağı kattan gelen büyüklerin ağlama sesleri.. Bir türlü anlamlandıramadığım şeylerdi. Elimde duran bir kaymaklı bisküvi vardı. Öylece ona bakıp duruyordum. İkiye ayırmalıydım oysa. Arasındaki şekerli kaymağı dişlerimle kazımalıydım. Çocuk gibi davranmalıydım. Sadece dört yaşımdaydım oysa ama sanki biraz büyümüştüm. 


       Hala çok severim kaymaklı bisküviyi. O hayatımın en kötü gününe inat; ikiye ayırır, önce kaymağını dişimle bir güzel kazır, öyle yerim..!


  Seda ATALAY







     

EMRİYE KOCAYA KAÇMIŞ

     
EMRİYE KOCAYA KAÇMIŞ
 Yeni uyanmıştım. Evimizin ikinci katındaki yatak odamızda çatıdan gelen güvercin seslerini dinliyordum. Eskiden her şehrin, kasabanın güvercinleri vardı bilir misiniz? Her evin çatısında mutlaka olurdu güvercin yuvaları. Hatta bir keresinde balkonumuza yapmıştı açıkgöz bir güvercin yuvasını. Balkon dediysem, öyle büyük birşey değildi hani. Ancak iki saksı, bir de güvercin yuvası sığabilirdi hepi topu. Evimiz afet evi idi. İlçemiz ben daha doğmadan onüç-ondört sene önce büyük bir yangın geçirmişti. İlçenin yeniden inşaası için ise Fransız bir şirket görevlendirilmişti. Bilirsiniz Fransızların balkonları genellikle bir kaç saksı konulacak kadar küçüktür. Bizim balkonumuza bir de güvercin yuvası sığmıştı. 

       Güvercin uğultularını Şefika teyzenin sesi bastırıverdi bir anda. Heyecanlı birşeyler konuşuyordu bizim bahçede. Her yaz anneannem dikiş makinesini dışarıya çıkartırdı. Yaz sonuna kadar ıhlamur ağacının gölgesinde dikerdi dikişlerini. Gelen geçen mutlaka uğrar, iki çift sohbet eder öyle giderdi. Şefika teyze çok heyecanlı konuşan bir kadındı. Sesi heyecanını, heyecanı sesini asla bastırmış değildi. Çok severdim Şefika teyzeyi. Her bayram üzerinde Gıcır ile Bıcır, Pembe Panter, Candy, Tom ve Jerry veyahut Tırmık desenli bir kumaş mendil içinde verirdi bayram harçlığımızı. Sesini duyunca fırladığım gibi yataktan, merdiven tırabzanından hızlıca kayarak indim aşağıya. 

-"Emriye kocaya kaçmış."

diyordu. "Kocaya Kaçmak" cümlesini önceden de duymuştum. Ama koca ve kaçmak kelimelerini bir arada değil de ayrı ayrı biliyordum. Kaçmak, birisinin yanından yakalamasın diye ileriye doğru koşmaktı. Koca ise babalardı. Anlamaya çalışıyordum konuşulanları. Şefika teyze konuşurken öte yandan da uzun siyah saçlarımı okşuyordu. Anneannem;

-"Hadi kızım büyükler konuşurken küçükler dinlemez. Sen mutfağa git, annen seni doyursun."

dedi. Annem ve teyzelerim kahvaltı yapıyorlardı. Anneme doğru yöneldim;

-"Anne, kocaya kaçınca ne oluyor?"

Annem verecek cevap bulamamanın sıkıntısı içinde,

-"Sus kız. Ayıp öyle herşey sorulmaz."

Teyzelerim kıkır kıkır gülüştüler. İçlerinde biri;

-"Kocaya kaçınca evleniliyor."

dedi. Oysa daha geçen gün bir düğüne gitmiştik. Anneannem düğünü olanların çocuğu olur demişti düğüne giderken. Düğünde gelin vardı. Gelinlik giymişti. Herkes oynadılar. Müzikler çalındı. Takılar, paralar takıldı. Gelin alma yapıldı. Arabalar hiç durmadan korno çaldılar. Ama hiç kimse bir yere kaçmamıştı. Annemin de teyzemin de verdiği cevap hiç de tatmin edici değildi. Tekrar çıktım bahçeye. Şefika teyze gitmek üzre ayaktaydı. Anneannem ise dikişine koyulmuştu yine.

-"Şefika teyze, kocaya kaçınca ne oluyor? Orası neresi?"

dedim. İçeriden annem ve teyzelerim de duymuştu sorduğum şeyi. Gülüşüyorlardı. Tabi top kendilerinden çıkmış, şimdi Şefika teyzede idi. Şefika teyze;

-"Orası çok uzak bir yer. Gidince gelmesi çok zor. Sen sakın kocaya kaçma emi. Sonra bulamayız."

-"Trenle mi gidiliyor?"

Evet dercesine başını salladı Şefika teyze. Yüzünde tebessüm vardı. Demek o kadar uzak bir yer diye düşündüm. Hayatımın en uzun yolculuğunu İstanbul'dan Adana'ya tren ile yapmıştım. O yıllarda hızlı trenler nerede, hepsi kömürlü idi. İki üç gün sürmüştü yolculuk. Şefika teyze bahçe kapısından çıkmış gidiyordu. Oysa o kadar soracak soru vardı ki.. 

-"Peki ama teyzem, kocaya kaçınca evleniliyor dedi."

diye seslendim ardından. Şefika teyze durdu ve bana döndü;

-"Evleniliyor ama mutlu olunmuyor. Sen büyüyünce gelinlik giyerek evlen oldu mu güzel kızım?" 

dedi ve uzaklaştı. Yıllarca koca denilen yerin hep bir tren garı olduğunu zannettim. Karanlık bir tren garı ve hiç kıpırdamadan bekleyen kocalar, trenden inen şemsiyeli ve şapkalı kadınlar ile her ne hikmetse atıştıran bir yağmur.

       Çocukların duyacağı şekilde konuşmak ya da çocukların anlamayacağı şekilde cevaplar vermek bazen çocuklarımızın hayal gücünü geliştiriyor olabilir. Ancak çocukların, küçük yaşlarda doğru ya da yanlış bilgileri beyinlerine kodladıklarını da görmezden gelmemek gerek.

     O gün kocaya kaçan Emriye'nin ailesine dönmesi ve barışmaları bir hayli zor olmuştu Şefika teyzenin ima ettiği gibi. Hiçbir zaman çocuğu da olmadı. Çünkü düğünü de olmamıştı, takılar takılmamış, kimse müzik çalıp oynamamıştı. Hatta klaksiyon çalınarak bir gelin alma konvoyu da yapılmamıştı. Dolayısı ile mutlu değildi...

     Seda ATALAY











UMUT

     Umudu her zaman kapıda görmeyi hayal edin.

   Gözlerinizi sadece bakmak için kullanmayın, yorulursunuz. Gözler, görmek içindir. İnsan hayatının en büyük olumsuzlukları, ardından gelecek büyük hayırlar için yorumlanır. Öyle ya; dibe vurmadan yükseğe zıplayabilir misiniz? Yeter ki pencereden süzülen ışığı görüp ona doğru yürümeli.



     Gözüm gibi baktığım dört farklı sıklamen çiçeğim vardı. Bir anda yaprakları ve çiçekleri çoğalmıştı. Çok güzellerdi, daha da ötesi mutlu etmişti bu durum beni. Çok kısa bir süre içinde de tamamen çürüyüp yok olmalarıysa bir yıkım gibiydi o an. Yerine yeni bir çiçek dikmediğim için balkonda bir kenara attığım o dört saksıda bir süre sonra sıklamenlerimin filizlendiğini gördüm. Şaşkınlıkla izlediğim bu durum aslında umut adına gelmiş telgraf gibiydi. 

     Hiç beklemediğiniz bir anda sizi bulan herşey, bir mesajdır.  Bütün, Tanrı, evren, doğa artık her ne diyorsanız sizi önemsiyor demektir. Sizinle iletişime geçmiş, irtibatına cevap bekliyordur. Bu, bazen tesadüf gibi görünen bir karşılaşma ile bazen bir SMS ya da yanlış arama, bazen amaçsız yapılan bir yolculuk, tanışılan bir insan, balkonunuza konan bir kuş, radyoda dilek tuttuğunuz bir şarkının denk gelmesi ya da benimki gibi çürümüş zannedilen bir kaç saksı çiçeğin aynı anda filizlenmesi...

     Hayat, trafik kurallarına benzer. Eğer kendinizi kural ihlali yapmaya alıştırırsanız, elbet bir gün bir kazaya sebep olursunuz. Bazen sizin yaptığınız bir ihlal, o an için sizi etkilemez gibi görünse de sakın kanmayın! Çünkü zarar verdiği birileri muhakkak vardır. Sizin hatalarınız başkalarını, onlarınki sizi etkiler. 

     Yemek-içmek, soluk almak, dışkılamak, çiftleşmek, düşünmek az çok bütün canlılara mahsustur. Ama sadece insan hayal kurabilir. Belki de sadece insana özgü olan tek şeydir hülyalara dalmak. Hayal nedir bilir misiniz? Hayal, umuttur... İnsan ulaşmak istediğini düşünür. Çünkü, insan, ufku kadar vardır. Bu ise yetenekleriyle ölçülüdür. Düşlediğin herşeyi yapabilirsin. Bu ne kadar istediğine bağlı. Yeter ki ışığın nereden geldiğini görebil. Tanrı, insana ulaşamayacağı hiçbir şeyin hayalini kurdurmazmış.

     Uzun süre yalnız yaşayan kadınlar ve adamlar vardır. Çoğunun en çok yakındığı şey umutsuzluktur. Oysa yalnızlıklarının kendisi umuttur aslında. Kadın erkeksiz, erkek kadınsız olamaz. Doğa buna izin vermez. Zannediyorum, kadın ya da erkeğin yalnızlığı seçme sebebinin mutlaka bir beklediğinin olduğu hissiyatındayım. Bazen kimin, neyin geleceğini bilmeden beklemez mi insan? Pusula, içgüdüleridir. Aşkta umudu kalmamış insan, yalnızlıktan öte gereksiz insanlarla kalabalıklaştırır çoğu zaman hayatını. Oysa yalnızlık, umudun bir parçasıdır. Arınmak ve beklemek gelecek olan yeni bir aşka duyulan sadakattir!

     Adam çok seviyordu kadını ama bir türlü açılamıyordu. Kim koymuştu sanki "erkek kovalasın, kadın kaçsın, gizlensin" kuralını. Ama ya tam tersi olsaydı da kadın, başka başka adamların peşinden koşsaydı. Yok yok sanki böyle daha iyi gibi diye düşündü adam. Peki ya kadının cevabı hoşuna gider türden olmazsa!... 


     Kalbinin sesini dinledi bir an. Birinin fısıldadığını hissetti yüreğinde. Bir tebessüm, bir karşılaşma, sevilen aynı yemek, hislerini uyaran aynı çiçek kokusu, duyulan özlemler, dinlenilen bir şarkı, okunan bir şiir, gitmek istenen bir şehir, kanat çırpan kuşların sevincine ortak coşku, yeni haberleri müjdeleme içgüdüsü, tek lokmada alınan lezzet, diz dize çıkarılan bir ömrün yorgunluğu. Her biri ait hissetmenin mesajlarıydı. 


     Cesaretini topladı adam, buluverdi kendini kadının gözlerinde. İkisi de susmuştu avaz avaz. Elleri birleşti birbirinin ellerinde. Adam çekti kadınını kendine, yasladı başını göğsüne. Adamın kalbi doldururken kadının sağ göğsündeki boşluğu, kadının da solundan süzülüverdi adamın sağına çarpan yüreği.


     -"Şimdi ne olacak?"  dedi kadın.

     -"Seni dizime yatırıp, saçlarını okşayıp kitap okuyacağım."  dedi adam.

     Seda ATALAY



     




AYTEN

AYTEN
      Yetmişine merdiven dayamış ışıl ışıl bakışları gencecik bir adam. Sanki dünya umurunda değilmişçesine giyiyor spor ayakkabılarını sabah bir çıkıyor, hangi saatte nerede arada bul. 

-"Dünyayı ben kurtaramam ama pencereme gelen kumruları kurtarırım."


diyor. Hergün kumruları için fazladan ekmek, simit, poğaça alıyor. Yem alıyor. Sevgi dolu gülümsemesi içimi ısıtıyor adeta. 


-"Yalnız yaşıyorsunuz güya ama hiç yalnız görünmüyorsunuz maşallah."

-"Hergünüm o kadar dolu dolu oluyor ki akşam yatağımı yorgunluktan zor buluyorum."


diyor. Ardından büyük bir kahkaha atıyor. Eşinden bahsediyor biraz. Eşini on yıl kadar önce kaybetmiş. Ardından bir kaç beraberlik yaşamış. Hepsinden tek tek konuşuyoruz. Her birinden sevgi ve övgüyle bahsediyor. Ayrılıklarında hiç kavga yaşamamış. Zaten hayatına kavga diye birşey sokmamış. Gülümsüyor ve;


-"Hepsi de kendilerine evlenme vaadiyle yaklaşmadığım için ayrıldılar benden ve hepsi de başkalarıyla evlendiler. Sanki eşimin ölümünden sonra bir başkasıyla evlenmek ihanet gibi geldi bana."


diyor. Telefonunu çıkartıyor ve herbirinin kaydettiği fotoğraflarını gösteriyor tek tek. Hepside çok güzel, alımlı kadınlar.


-"Peki eşinizi anladım çok sevmişsiniz. Güzel yıllarınız geçmiş. Vefalı çocuklarınız, güzel torunlarınız olmuş. Ya aşk..?


"Seni seni" dercesine parmak sallıyor. Ardından yüksek bir kahkaha. Çayından bir yudum alıyor. İlerideki ağaçlara doğru çeviriyor kafasını uzaklara, taa ağaçların çok daha uzaklarına dalıyor gözleri. 


-"Deniz bu tarafta, manzara bu tarafta."

diye takılıyorum. Aynı anda yine çok büyük bir kahkaha sesi yükseliyor bizim masamızdan.

-"Deniz bu tarafta ama ağaçlar öte yanda. Sen hiç denizin üstüne kalp çizip, içine de sevdiğinle adınızın baş harflerini yazdın mı?"

-"Vuuu diyorum; bana sanırım buradan bir aşk hikayesi çıkacak."

-"Yazacaksan anlatırım. Ama söz ver mavi renk yazacaksın."

-"Neden mavi.? Hayaller pembe, aşk kırmızıdır oysa..!"

-"Aşkı yaşarsan kırmızı olur. Hayallerde kalırsa pembedir. Kavuşulmamış her aşk mavidir tıpkı gökyüzü gibi uçsuz bucaksız.."


Sözler dudaklarımın arasına sıkışıp kalıyor adeta susuyorum. Devam ediyor..

-"Sen edebiyatcısın. Bilir misin Ayten'i? Bir şiir.."

-"Bilmez miyim hiç..  Ümit Yaşar Oğuzcan.. Okumaya başlıyorum;
                                          Videoya tıklayıp AYTEN şiirini dinleyebilirsiniz
Gözleri dolu dolu dikkatle dinliyor ve;

-"Köyden liseyi okumam için kasabaya taşınmıştık. 1950 lerin sonları 1960 ların başları filan. İlk gördüm aşık oldum. Babası başsavcıydı. Bir süre sonra arkadaş olduk. Daha ilk gün bu şiiri okudu bana. Hayatımda duyduğum ilk şiirdi."

-"Etkileyen sizi şiir miydi, kız mı?"

-"Bilmiyorum. Ama ikisi de sanki bir bütündü. Üniversitede de sürdü arkadaşlığımız. Evlenecektik, sözleşmiştik. Hatta cahil cesareti bu ya; gidip babasından bile istemiştim. Allah'tan okullarımızı bitirmemizi şart koşmuştu. Okul bitince askere gittim. Çok mektuplaştık önceleri. Sonraları yazmayı ben bıraktım. Farklıydık. Birlikte yapamazdık. Askerlik bitince de hanımımla tanıştım. Daha çok bana uygundu. Onunla da aşk yaşadık. Evlendikten sonra bir kez babasıyla karşılaştık. Konuştuk ama hiç kızından söz açmadı. Ben de soramadım. Hanımım yaşıyorken onu hiç düşünmedim dersem yeridir. Hanımımı kaybettikten beş altı sene sonraydı. Memlekete gitmiştim. Onunla irtibatta olan biri vardı. Onu buldum. Sordum. Evlenince İstanbul'a yerleşmiş. Bir kızı varmış. Bir sene önce de vefat etmiş. İçim çok acıdı o gün. Eve geldim. Hani internette şu şiir videoları oluyor ya; onları araştırdım. Buldum Ayten şiirini. Dinledim."

     Çayından bir yudum daha aldı. Göz pınarları ıslanmıştı. Yine de gülümsüyordu. Gözlerini küçük parmak dokunuşlarıyla kuruladı. Sordum;

-"Şimdi bu gözyaşlarınız hangisine. Bir gözünüz eşinize, diğer gözünüz de o bayana mı?"

-"Hayır. İkisi de sana.."

-"Neden?"

-"Senin gibi bir güzelliğin bu genç yaşındaki yalnızlığına. Bu ihtiyarın aşk hikayelerinde kendi hikayelerini arayışına.."

-"..........................."

  Seda ATALAY








Seda'nın Kalemi

SEVGİLİ ÖMER

Sevgili Ömer, Bugün doğum günün, ben seni aramayacağım. Kutlamayacağım... Ömer,geçenlerde seninle ilgili bir haber öğrendim ve numaranı...