BOMBA ETKİSİ


BOMBA ETKİSİ
     Bugün telefonuma bir kaç kez ard arda gelen bir mesaj; "xxxxxxxxxx nolu telefon numaranıza alışverişlerinizden dolayı tanımlanan 2750 TL.değerinde HEDİYE paketinizi 3 gün içinde almazsanız iade olacaktır. xxxxxxxxxx "(irtibat numarası)

       Mesaj oldukça tehditkar..! Sanki paketi almazsam çok şey kaybedeceğim..! Sanki almak zorundayım..! Sanki harcamalarım ile telefon numaramın bir ilgisi var..! Tamamen algı yanıltması. Bedavacı heveslendirmesi.. Gönderici numarası yok. Ama mesajın sonunda sabit numara var güvencesi. Paketi üç gün içinde almam tehditi manidar. Çünkü üç gün sonra Cumhuriyet Bayramı var. Mesajdan şüpheleniyorum ve başka şehirden bir tanıdığımdan numarayı sabit bir hattan aramasını rica ediyorum. Aranılan numara sürekli 1-3-5- başka numaralara yönlendiriyor ve asla cevap verilmiyor. Şüphelerimiz bizi haklı çıkartıyor. Kesinlikle öyle bir paket var. Ama kendi numaramdan aranmam bekleniyor. Ya aradığımda bir yer havaya uçacak ya da paketi aldığımda benimle birlikte çok şey..

       Biz ne zaman bedavacı toplum olduk? Oysa başkalarının malına zarar verme, izinsiz alma yoksa hırsız olursun zihniyeti ile büyütülmedik mi? Dalları yola sarkmış ağaçların meyveleri yerlere dökülürken, bir kez bile izinsiz uzanmayan insanlardık. Çok mu zengindik? Yoksa zengin olmaya değecek şeyler mi yoktu hayatımızda..! İlk gazeteler başlattı diye hatırlıyorum bedavacılığı. Kupon karşılığı ev, araba, eşya dağıttılar çekilişle. Sonra işi küçültüp, büyüttüler. Kitap verdiler herkese. Oysa gazeteler zaten ilim-irfan, haber yuvası değil miydi? Çanak, tabak, bardak derken okunmayan gazetelere bir sürü para ayrıldı her ay bütçelerden. Neymiş efendim? Bedavaymış.! Hani bedavacılık çok ayıptı eskiden ya.." Fırsat bu fırsat"  diye bas bas bağırdılar televizyonlarda, reklam yaptılar. Fırsatcılığı kazıdılar beyinlerimize. Hala devam ediyorlar insanları bedavayı alıştırmaya kontör, dakika filan hediye ediyorlar. Sonra da nerede beleş oraya yaneş mantığı ile hırsızlığı normalleştirecekler. Benden söylemesi.. Mesajda da öyle eminler ki inanacağıma, tehditkar üslübündan belli. Aceleci..

       Bilen bilir: kim kendini ne ile ifade ediyorsa, o yönde tetikler belleğini duyduğu, tanık olduğu herşey. Ben de yazarken asla zorlanmam. Çoğu zaman önceden tasarladığım şeyleri yazmak için oturur klavyenin başına, alakasız başka birşey yazıp kalkarım. Dolmuşta, sokakta, işte, evde, pazarda hiç fark etmez. Hiç tanımadığım birinin konuşmasından bir kelime etkiler ve tetikleyiverir geçmişten sırra kadem basmış bir çok şeyi. Bir de bakmışım o güne kadar hiç düşünmediğim birşeyi farklı bir algı ile yorumlamış, bazen de çözüvermişim kendi belliğimde. 

       Bir fırın açılışında ilk gün ekmekler bedava olur. Bu bedava ekmeğe bile tenezzül etmeyip başka fırının ekmeğini parasıyla satın alan bir ailede yetiştim. Anneannem hep tembihlerdi: 

-"Sofranıza oturmamış hiç kimsenin sofrasına oturmayın. Bir gün öyle bir laf eder, yuttuğunuz lokmayı çıkarıp geri veremezsiniz." 

Komşuluk ilişkilerimizin güçlü olduğu bir dost aile vardı. Televizyon yayınlarının ilk başladığı yıllardı. Komşu teyze her iş dönüşü evine geçerken uğrardı bizimkilere. Ayrılırken de:

- "Akşam çocukları televizyon seyretmeye gönderin ha" 

der giderdi. Hemen hemen her akşam gider çizgi film seyreder dönerdik. Anneannem çoraplarımızı değiştirir, elimizi yüzümüzü yıkatır, sofra zamanı sofra bezini ellerinde gördüğünüz anda kalkıp eve gelin diye tembihlerdi. Şeker, çikolata vermişlerse eğer zorla filan onu da minderin altına bırakırdık, yemezdik. Aradan en az otuz beş, otuz altı sene geçmişti. Bir şekilde karşılaştım o dost ailenin en küçük oğluyla. Yaşça benden bir kaç yaş büyüktü. O da benim gibi feleğin çarkında hızlı bir çok tur atıp, fırlamaştı bir köşeye. Kendi kendini tedavi ediyordu. Yaşanmışlıklar benziyordu, arada dertleşmek iyi geliyordu dersem doğru olur. Sonra bir gün;

-"Seninle beni memlekettekiler bir duysa bomba etkisi yaratır."

demişti. Bana hiç iyi bir şey gibi gelmiyordu. Herşeyden önce etkisi bomba idi. Hiç bomba görmüş biri değilim. Ancak etkisini bir çok defa yaşamışımdır. İnsanların canı acır. Hatta canı gider. Güzel şeylere dair samimi bir söz değildi bomba etkisi. Başkalarına yönelik acı bir ifade idi kanımca. Bir süre daha görüşüldü. Bu arada anneannemin tembihini de tutmadım, büyümüşlüğün verdiği güvenle. Sonuç itibari ile yabancı görmemiştim. Adamın sofrasına da oturdum, çayını içip dondurmasını da yedim. Çok fazla geçmedi bir gün bomba elimde patladı. Amaç neydi? Bombanın ipini kim çekti? O bamba nereden geldi? Neden hedef bendim asla öğrenemedim. Bir insan başka bir insandan neden durup dururken bu kadar nefret eder asla anlayamadım. Hiç savunma şansım olmadı. Neyi, neden savunacaktım ki zaten? Ard arda beni aşağılayan, başka insanlarla kıyaslanan sözlerden ziyade bunun başkalarının göreceği ve mutlu olacağı şekilde yapılması idi beni inciten. Birilerinin mutluluğu, birilerinin mutsuzluğundan mı geçmesi gerekiyordu illaki.! Ya da birileri mutlu olsun diye maşa olmak akıl karı mıydı? Cevaplarını asla öğrenemeyeceğim sorular mıydı bomba etkisi..!

       Etraf canlı bombalarla dolu. Öyle öfkeli bir toplum olduk ki hepimiz bomba olmuş geziyoruz. Ne değerlerimize saygı ve sevgimiz kaldı, ne de kendimizi tanıyabilir olduk. Sadece boş boş arayışlarımız var artık. Hayata dair beklentilerimiz hep başkalarını yaralamak üzre. Asıl şimdidir anneannemin tembihlerini tutma zamanı. Kimsenin sofrasına oturmama, çayını içmeme dondurmasını yememe zamanı...

   Seda ATALAY




AŞK ve GURUR

     
AŞK ve GURUR
 Her hayat bir romandır aslında. Bazı hayatlar olağan üstü yaşanır. İlgi çeker. Bazıları ise gizli saklı kalır. Resimli romanlardır bir çoğununki. Resimleri boyamak ise o hayata müdahele edenlere kalır. Siz kimin eline hangi fırçayı, boyayı verirseniz ona göredir hayatınızın rengi, biçimi. Eğer hayatınızı bir serbest çalışma gününe bırakırsanız, önüne gelen istediği gibi biçimlendirir. Siz, siz olmaktan çıkarsınız. Bir de kendi fırçasını, boyalarını başkalarının eline vermeyenler vardır. Hep yalnız adamlar ve kadınlar. Kibir bağlamıştır çoğu zaman etraflarını. Siyah beyazdır romanları. Küçük harfli, uzun cümleli, bol paragraflıdır. Kimse okumaz. Asla yayımlanmaz..


       Elizabeth Bennett ile Fitzwilliam Darcy'i kitap okuyan herkes bilir. Herkesin hayatında aşk hikayesi kahramanları olabilir. Kimi Romeo ve Julliet'i, kimi Leyla ile Mecnun'u, kimi Aslı ile Kerem'i, kimi Yoko Ono ile John Lennon'u yaşar. Benim kahramanlarım ise bayan Bennet ile bay Darcy olmuştur hep. Bayan Elizabeth soylu bir aile kızı değilse de gururlu, eğitimli ve kibardır. Bay Darcy ise soylu, zengin, eğitimli ve kibirli bir züppe. Aralarında bu uçurumlu mesafe çok büyük bir aşkın gurur ve anlaşmazlıklara gebe kalmasına sebep olur. Birbirlerinden ayrı yaşamaya tahammülleri olmayan bu ikili, gurur ve kibir uğruna kıvrım kıvrım kıvranarak izler birbirini. Birinin gururu, öbürünün kibiri  çok güzel şeyleri kaçırtır hayatlarından. 
(Jane AUSTEN - Aşk ve Gurur)

       Ayrılıklarının muhakemesini yapıyordu bir kadın ile bir adam. Gözleri hala birbirlerinde takılıydı. Adam bekliyordu ki kadın ne olursa olsun boynuna atılıversin. Herşeye sünger çeksin.

-"O kadar doluydu ki çevren, sesimi bir türlü duyaramadım sana. Oysa ne güzel planlarım vardı. Sen ise ben sana yaklaştıkça uzaklaşır gibiydin. Beni sevdiğinden çok emindim oysa. Ama renklendiremedim seni."

-"Deneseydin."

-"Hiç izin vermedin."

dedi kadın. Adam başını eğdi. Öylece düşündü. İzin vermediğinin farkındaydı. Acaba zamanında "herşey serbest" dediği kadını, kendi halinde bıraksaydı neler olabilecekti. Biliyordu, kadındı erkeğin hayatını boyayan.

-"Sen beni sevip, başkalarını da merak ettin durdun. Başka kadınların sadece vakit geçirdiği biri olmaktan zevk alır gibiydin. Oysa diğer kadınlar, avuçlarındaki mavi boncukları birbirine gösterip gülüyorlardı sana.!"

dedi yine kadın. Süt dökülmüştü bir kere. Adam alsa eline bir süpürge toplayabilir miydi? Toplamaya değerdi biliyordu. Ama kirlenmişti süt bir kere. İçilir miydi? Hayatın akışına bıraktı kadın kendini. Su yolunu bulurdu nasıl olsa. Suyun yolunu çevirmenin ileride sel baskınlarına yol açacağını öğrenmişti artık. Dualarında hep "hayırlısı" demeye başladı. Fırça, tual, boyalar hepsi vardı hayatında. Hele ki boyaları rengarenkti. Kırmızı, sarı, yeşil, turuncu. En cafcaflısından..

-"Hayatınızda kalem yanında fırçalarınız da olsun." 

dedi kadın. Her hayat bir kitap ve en çok renkli resimli kitaplar okunur..

   Seda ATALAY





                                                                                                                                                                                                     

                                                                                                           Videoyu izlemek için tıklayınız.. 

YA HAYALLER DE BİTERSE

YA HAYALLER DE BİTERSE
       İnsan hayatında bir takım güzellikler vardır. Bazen o güzelliklere öyle bir takılırız ki evirir çevirir anlatır dururuz. Erkeklerin hiç bitmek bilmez askerlik anıları vardır. Hemen hemen hiç biri, bir fiske bile yememiştir komutanlarından. Kırsalda yaşayan ihtiyar amcaların mutlaka bir av hikayesi vardır. Ya bir atışta üç beş kuş birden vurmuştur ya da çok büyük bir balığı yakalayıp denize geri bırakmıştır. Sonra da o balık ile dost olmuştur. Söyleyemez bir türlü deniz kızı hikayelerine inandığını.. Kadınların ise en güzel masalı gelinlik giydikleri o ilk gündür kuşkusuz. Nikahta keramet vardır diyerek bile atılsalar bu uçsuz bucaksız yolculuğa, gelinlik giymek ayrı bir hazdır genç kadınlar için. Ama herkesin acı tatlı mutlaka çocukluk anıları vardır kuşkusuz. Herkes genç olamasa da ihtiyarlayacak kadar ömrü yetmese de çocuk olmuştur. En kötü, en zorlu çocukluk anlarında bile sakladığımız çocukça algılarımız, hayallerimiz ile tertemiz yaşattığımız anılarımız mutlaka kalmıştır belleğimizin kıyısında köşesinde. 


       İlkokula başlamam ile birlikte hayal dünyam da büyümeye başlamıştı. O güne kadar dinlediğim masalları gerçek hayatta keşfetmeyi öğreniyordum. Öyle ya zaten çocukların dünyası masalların ta kendisi değil midir? Okulumuz büyük bir alan üzerine inşa edilmiş iki katlı beton bir bina idi. Derslik sayısı on bilemediniz on iki kadar olmasına rağmen sınıflarımız oldukça büyüktü. Her yıl okulların açıldığı ilk hafta öğretmenimiz bizi ikişerli sıra yapıp evine götürürdü. Büyük bir bahçesi vardı öğretmenimizin. Bahçesi envai çeşit çiçekler ile doluydu. Hepimizin kucağına birer saksı çiçek verir, okulumuza dönerdik. Bir tek bizim sınıfımızın pencere önleri çiçek saksıları ile süslü dururdu. Sınıflar kocaman kömür sobaları ile ısıtılırdı. Okulda hiç üşüdüğümü hatırlamam. Müstahdemler  ders arası bile demeden içeri girer sıkça beslerdi sobaları odun ve kömür ile. Eskiden kar daha çok yağardı. Şimdi küresel ısınma diye bir moda var. Artık yirmi santimi bulunca kar kalınlığı, okullar filan tatil ediliyor. Oysa biz dizimize kadar kara bata çıka giderdik okullarımıza. Kar tatili diye birşey duyulmamış, görülmemişti o yıllarda.

       Okulumuzun arka tarafına bakardı sınıfların çoğunluğu. Arka bahçesinin ilerisinde resmi bina vardı. Binanın okulumuzdan tarafında ve yan tarafında ise yaşlı gürgen ve meşe ağaçları yaşıyordu. Ağaçlar çok sık aralıklıydı. Karşıdan bakıldığında karanlıktı araları. Boyları ise bütün binaları geçmişti. Biraz berisinde ekmek büfelerinin büyüklüğünde terk edilmiş bir beton odacık vardı. Duvarında ise Ecevit'in yırtılmış posteri yıllarca kaldı. Ecevit için hani hep fakir deyimi vardır ya, ben de o küçük odacığın Ecevit'in evi olduğunu zanneder acırdım. Kırk elli ağacın olduğu o yere bizim yalnız gitmemiz yasaktı. Annem hep başımıza birşey gelebileceğini söylerdi. Bir gün teyzeme ;

-"Orası Kırmızı Şapkalı Kızın büyükannesinin yaşadığı orman mı yoksa?"

diye sorduğumda. Teyzem hiç düşünmeden evet dercesine başını sallamıştı. O günden itibaren dersleri dinlemeye kendimi veremiyor, Kırmızı Şapkalı Kızın ağacın birinin arkasından çıkmasını bekliyordum. Onu gördüğüm anda büyükannesi zannettiği kişinin aslında Yaşlı Kurt olduğunu söyleyecektim. Bir de kargalar vardı ağaçların dallarında. Kar yağması durduğunda daldan dala uçuşur, çirkin çirkin bağırırlardı. Bütün dikkatim öten kargaların konduğu ağaçların altlarındaydı. Öyle ya karganın gagasında beyaz peynir varsa ve kurnaz tilki kargayı kandırıp şarkı söyletiyorsa.. 

       Karar vermiştim: Bir gün büyüdüğümde cebime bir sürü taşlar dolduracaktim ve o ormana mutlaka gidecektim. Çünkü orada olan biten herşeyi önceden biliyordum. Tedbirli davranarak Kırmızı Başlıklı Kızı bulabilir, uyarabilirdim. Hansel ve Grater'i de bulup kötü kalpli cadının çikolata, gofret ve bisküviden yapılma evinin yolunu sorabilirdim. Cebimde nasılsa bir sürü taş olacaktı. Taşlar ile kendimi korurdum. Evin duvarlarından büyük bir parça koparabilirsem eğer, Ecevit gile de birazını götürebilirdim. Çünkü onlar çok fakirdi. Çikolata, bisküvi alacak paraları olsaydı zaten bir divanın bile zor sığabileceği bir yerde yaşamazlardı. 

       En unutulmaz hikayeler kuşkusuz çocukluk anılarıdır. Ben çocukluğumu hep hayali kahramanlarla süsledim. Dünyamı kimsenin kirletmesine asla izin vermedim. Hayat o kadar acımasız, gerçekler o kadar ruhsuz ki bir çocuğun hayal dünyasındaki gibi kötülere veremiyoruz çoğu zaman dersini. Kötülerin sayısı ise o kadar çok ki dükkan yapma uğruna yıkıveriyorlar koca koca yıllanmış ağaçları. Park yapmak adına çimen ekip, bank koyup oturup çekirdek çitlemek için kesiveriyorlar hayalleri, anıları, doğanın damarını..
       
       En çok korktuğum şey şimdi: Ya hayaller de biterse...

   Seda ATALAY








BİR SOSYAL MEDYA AŞKI

       Teknolojinin gelişimi ile iletişim de pek çok alanda kolaylaştı. Artık dünyanın öbür ucu ile ilgili meraklarımız azaldı. Çok şeyi hiç yerine gitmeden biliyor, görüyor hatta satın alıyoruz. Dünya parmaklarımızın ucunda. Kızıma ilk bilgisayarını aldığım gün, an be an aklımda.
BİR SOSYAL MEDYA AŞKI

-"Bunun içinde kocaman bir dünya var ve sen bana bir dünya satın aldın anneciğim."

demişti. Kızıma aldığım bilgisayarın ve evimize bağlattığım internet erişiminin o günlerde gücünün farkında bile değildim oysa. Gerçek anlamda internet ile tanışmam aylar sonra olmuştu. Benim için internet artık hiçbir yerde bulamayacağım eski şarkıların erişimi, kolay kolay gitme şansımın olmadığı başka ülkelere sanal bile olsa yaptığım seyahatlerdi. Daha sonralarda facebook kaçınılmaz oldu. Ciddi yetiştirilmiş, kuralcı ve Ali Cengiz oyunlarına prim vermeyecek kadar arkadaşlıklarında seçici bir insanım. Bu benim belki de kendimi koruma altına aldığım bir tutumum. Ama hayat öyle değil işte. Öğretiveriyor derslerini hem de okumadığın sayfalarından..

       Siz hiç kendinizi hiç olmadığınız kadar ahmak hissettiniz mi? Ben hissettim..! Siz hiç mazlumken suçlu, şaşkınken aptal hissettirildiniz mi? Bana hissettirdiler..! 
Gelen bir mesaj:

-"Beni sizinle aldatıyor."

       Kimdir? Anlatmak istediği nedir? Kısa bir süre bekledikten sonra yazmaya devam etti. Herhalde tanıdık biri şaka yapıyordur diye düşündüm önceleri. Öyle ya koskoca çoluk çocuk sahibi insanlarız, çocuk gibi davranışlara ihtiyaç duyacak kadar cahil değildik. Yetişkin, olgun bir insan davranışı da değildi bu kanımca. Dur durak bilmiyor, yazdıkça yazıyordu. Sevgilisinden, ilişkilerinden bahsediyordu. Acaba kimin resimlerine, paylaşımlarına beğeni yapmıştım da kimin sevgilisi beni yanlış değerlendirdi diye düşünüyordum. Cevap yazmıyordum ama mesajlarını okuduğum görülüyordu. Çok seven ve kaybetmekten korkan bir kadın olmalı diyordum kendime. Ben sustukça daha çok detaya giriyordu. Detaylar, sevgilisinin kim olduğu hakkında fikir vermeye başlamıştı. Tanıdık birisi galiba derken, hiç tanıyamadığım birisi olduğunu anladım. Şüpheler oluşmuştu kafamda. Onları yenmeliydim. Bahsettiği kişi asla onun anlattığı gibi biri değildi. Ama durup dururken de kim, neden böyle iddialarda bulunurdu ki..  Artık yazma sırası bana gelmişti. Ard arda sorular sormaya başlamıştım.

-"Ne kadar zamandır görüşüyorsunuz? Neredesiniz?"
-"Uzaklarda yaşıyorum. Bir buçuk aydır sevgiliyiz. Üç haftadır konuşmuyoruz."
 
Ortak planlarından, aşklarından, birbirlerine olan sevgi ve bağlılıklarından bahsediyor; ara ara aralarındaki yazışmaları kopyalayıp gönderiyordu.

-"Ne zaman tanıştınız?"
-"Yedi sekiz ay oldu ama bir buçuk ay öncesine kadar hiç konuşmadık. Aradan çekil. O seni değil, beni seviyor."
-"Peki."
-"Onunla görüşmeyi kesecek misin?"
-"Elbette. Mademki seni seviyor, sevenlerin arasına girmemek lazımdır."
-"Bana beresini gönderecek."

Aksi şeyler söylemişim gibi algılıyor sürekli:

-"O beni seviyor, seni sevmiyor. O beni seviyor işte...."

diye tekrarlıyordu. Söyleyecek birşey bulamıyordum. Şaşkın ve kırgındım. Belli ki kadın bunalımdaydı. Durumundan faydalanılmış, alaya alınmıştı. Çok uzaklarda yaşıyordu. Çocukları vardı. Defalarca ihanete uğradığı gibi, kocası başka kadınlarla yaptığı grup seks görüntülerini bile kendisine zorla izlettirmişti. İki ay önce de resmen boşanmıştı. Psikolojisi alt üst olmuş bir insanla polemiğe girmenin anlamı yoktu. Gerçekten o kadını sevmiş miydi? Yoksa sadece alay mı etmişti? Acaba sıradan facebook sohbetiydi de kadın mı bunu aşk olarak algılamıştı? Zaten bir buçuk ay önce konuşmaya başlamışlardı ve üç haftadır da konuşmuyorlardı. Acaba bunu aşk olarak algıladığı için mi kadın ile arasına bir mesafe koymuştu? Sorularım kendi kedimi kemiriyordu. Onunla arasına mesafe koyduğuna göre beni kaybedebileceği bir durumun ortaya çıkmasını istememiş olabilir miydi? Peki ya beni seviyorsa başka bir kadın ile ya da kadınlarla konuşma gereğini neden duymuş olabilirdi? Peki bu kadın beni nereden biliyordu? Biz oysa başkalarına bizden henüz bahsetmemiştik ki..! Öyle ise kendisi bahsetmişti. Bu da saçma geliyordu. Bir insan, ruh hastası bir kadına sevdiğinden hiç söz eder miydi? Her ne olursa olsun, o kadın da tıpkı benim gibi sevildiğini çok güçlü hissetmişti. Ona bu hissettirilmişti. Öylesine ki kadın, arada ben olmadığımda bir arada ve mutlu olacaklarına fazlasıyla inanıyordu.

       Ertesi gün kendisiyle yüzleştim. Sorularım beynimi allak bullak etmişti. Ama bir çoğunu soramadan o kadını dinlediğim için suçlanmıştım. Üste çıkmıştı. Suçluyum diyordu adeta. Benim açımdan konuşacak birşey kalmamıştı. Sessizce kabuğuma çekildim. Kadın ise her fırsatta yazıyordu. Ben sustukça hırçınlığı artıyor, ağzını bozuyordu. Benim ise mücadele vermeye değecek  birisi yoktu artık hayatımda. Susuyordum. Bir hafta kadar ara vermişti artık yazmaya. Sonra bir gün tatlılıkla bir isteği olduğunu yazdı. Sevgilisinin telefon numarasını istiyordu benden. Çok şaşırmıştım.

-"Sen neden bilmiyorsun sevgilinin telefon numarasını?"
-"Biz hiç telefonda konuşmadık ki.."
-"Facebookta görüntülü konuşuyordunuz herhalde hep."
-"Hayır. Bunu hiç teklif etmedi. Zaten de kabul etmezdim. Çünkü son zamanlarda kendimi çok dağıttım. Bakımsızım. Doğru dürüst saçımı bile taramıyorum."

       Oysa sevilen ve seven her kadın, yalnızken bile her zaman sevdiği yanındaymış gibi bakımlıdır. Çünkü seven her insan, her an yanında taşır sevdiğinin ruhunu. Bu nasıl bir aşktı böyle? Nasıl bir ilişki idi. Henüz yüz yüze hiç karşılaşma yoktu. Bırak telefonda konuşmayı birbirlerinde numaraları bile yoktu. Birbirlerinin mimiklerini bilmiyorlardı, seslerini, konuşmalarını bilmiyorlardı. Ama ilişkileri benim birlikteliğimi bitirecek kadar güçlü idi.

-"Siz sanırım gerçekte görüşüyorsunuz."
-"Artık değil. Unuttun mu o seni seviyor."
-"Evet iyi anlamışsın. O beni seviyor. Çabuk numarasını ver."
-"Sormadan veremem. Facebooktan iletişime geç."
-"Mümkün değil. Bana engel koymuş."
-".............................."

       İnsanlar nasıl kaptırabiliyorlar kendilerini böyle asılsız aşklara. İlişkilerini sosyal medya üzerinden başlatıp, yürütmeye. Artık besbelli iletişimin ötesinde bir boyuta geçilmiş. Bu nasıl bir hastalıktır böyle? İnsanlar burada fikirlerini ya da yaptıkları şeyleri reklam etmeliler. Geniş kitlelere ulaşabilmek, kendini ifade edebilmek için çok güzel bir platform. Amacı bu olmalı. Ben yine de sosyal medya üzerinden arkadaşlar edinen yalnız insanları kınamıyorum. Aşk arayan insanları da anlayabilirim. Ama aşkın kendisini yaşamayı, işte bunu aklım almıyor. Bir insan, bir başka insanın gözlerinde kendini bulmak ister. Göz bebeklerine bakarak konuşmak ister. Ellerini tutmadan, yanında iken dizleri titremeden aşk olur mu? İnsan hiç sevdiğinin sesini duymak istemez mi? Öpmeden, kokusunu hissetmeden aşkı nasıl yaşar?

       Otuzunu, kırkını, ellisini çoktan geçmiş adamlar ve kadınlar neyin kafasındalar? Sahte facebook hesapları açıp başkalarını kıskandırmak adına, kendi kendine konuşanlar bile var. Bu insanlar hangi boyutta yaşarlar? Çocuk işi değil bunlar a dostlar! Çocuklar oyun oynar, ders çalışırlar. Psikolojileri çoktan bozulmuş, koca koca insanlar sadece birbirlerini kekler. Peki ya siz en çok hangi KEKi seversiniz?

    Seda ATALAY









KAYMAKLI BİSKÜVİ

KAYMAKLI BİSKÜVİ
       İnsanın bazen sevdiği çok özel şeyler vardır. Özel oluşu bazen sadece güzel oluşundandır. Ne çok severim kaymaklı bisküviyi. Hele damla sakızlı olanını. Hiçbir özelliği yoktur aslında. Sadece severim işte. Çocukluk yıllarında şimdilerdeki gibi çok çeşit yoktu bisküvi piyasasında. İşin aslı birbirine karışmış tatlar yoktu dersek daha doğru olur sanırım. Bir kaymaklı bisküvi vardı benim bildiğim. İki yuvarlak bisküvi arasında şekerli kaymak. Hiç bütün olarak ısırdığımı hatırlamam. İki bisküviyi ayırır, önce biraz seyreder, sonra önce kaymağından başlar yersin. Çocukluk ne güzel şey. Bir bisküvi bile mutlu eder seni eğer hala çocuk isen..

     Babamı en son çizgili pijamaları ile yatarken hatırlıyorum. Bir hastane odasındaydı. Beni gördüğünde yüzündeki gülümseme ve sarıldığında aldığım koku hala bende. Para vermişti önceden anneme ve çarşıda görüp beğendiği kırmızı fotinleri kardeşim ve bana almasını istemişti. Fotinim ayağımda, babamın kucağındaydım. Geriye doğru uzandı, beni karnının üzerine oturttu ve hoplatmacılık oynamıştık en son gördüğümde. Amcam ve babaannem ağlıyordu az ileride bizi izlerken. Sonra biz orada onu bir hastane odasında bıraktık ve memlekete döndük. 


-"Acele ile çamaşırlarımızı almayı unutmuşuz. Valizimiz ile birlikte daha sonra babaannene gideceğiz. Baban da hastaneden çıkıp oraya gelecek."


dediğinde annem, kalbimde bir şeyler yer yerinden oynamıştı. Valizimizi topladık ve gittik babaannemin Osmaniye'deki evine. Yolculuğumuz iki güne yakın sürmüştü o yılların şartlarında. Babaannem yere oturmuş ağlıyordu. Halalarım ağlamıyorlardı ama sürekli akan gözyaşlarını siliyorlardı öteye beriye dönüp. İnsanın hiç ağlamadan gözyaşları akar mıydı? Akıyordu işte. Amcalarım konuşuyorlardı. Bir şeyler izah ediyorlardı. Biri konuşuyor, öteki susuyor, sonra susan konuşuyor öteki susuyordu. Tamamlayamıyorlardı bir türlü birbirlerinin dediğini. Sonra birşey oldu. Annem çığlık çığlığa atıverdi kendini odanın ortasına. Daha ben hiç birşey anlamadan yengem geldi kardeşim ve beni çıkarttı dışarıya. İki katlı bir evdi. Bütün odaların kapıları hayat dedikleri bir salona açılıyordu. Ahşap merdivenleri vardı. Merdivenlerden yukarıya çıktık, yasaklı odaya girdik. Yasaklı oda, büfeli oda idi. İçinde şık tabak ve fincanların olduğu bir büfe vardı, yeşil renkli kadife koltuklar ve yerde halı. Hep radyo sesi gelirdi eskiden bu odadan. Ajans ya da müzik sesi olurdu. Yasaklı oda idi, çünkü büyükbabamın odasıydı.


       Büyükbabam uzun boylu, zayıf, beyaz tenli namazında abdestinde ev halkı ile iletişimi kopuk kibirli bir adamdı. Bütün torunlarının ad ve doğum bilgilerini sayfalarına yazdığı bir Kur-an'ı vardı. Bir de kösteğini hatırlıyorum. Kapıdan içeri girdiğimizi görünce doğruldu yerinden, gözyaşlarını sildi. Ağlıyordu besbelli. Niye ağlamış olabilirdi ki büyükbabalar büyüktü, ağlamamalıydı. Yengem bizi yanına kadar götürdü.


-"Kuzularım siz mi geldiniz?"

diyerek kardeşim ve bana sarıldı. Saçlarımızı kokladı, öptü. İlk defa sevgiye dair bir davranış görüyordum kendisinden. Neler oluyordu bugün bu evde? Oysa biz buraya babam için gelmiştik. Babam neredeydi? Evin içi çok kalabalıktı. Bütün sülale bir arada idi. Benim ise sorulacak bir sürü sorum vardı ama soracak kimseyi bulamıyordum..


       Yengem bizi büyükbabamın kucağına verdikten sonra büfeye yaklaştı. Gözlerimle onu izliyordum. Çünkü bana her zaman sevecen davranmıştı daha önceki zamanlarda. Büfenin camlı bölümünden bir tabak çıkarttı. Kırmızı sırlı bir tabaktı bu. Yasaklı bir tabaktı kırarız diye. Ama nedense bugün yasaklı olan herşey kardeşim ve bana serbestti. Daha sonra büfenin kapağını açtı. İçinden bir kutu çıkarttı. Büyük bir bisküvi kutusuydu bu. Eskiden bisküviler öyle şimdiki gibi küçük ambalajlarda satılmazdı. En az beş kiloluk kutularda olurdu. Bakkallar kutuyu ekseriye kendileri açar ve kilo ile tartıp satarlardı. Ama bizim evimiz çok kalabalıktı her zaman. Halalar, amcalar, yengeler, kuzenler dışında çok gelen giden olurdu. Babaannemin ahbaplık ve akrabalık ilişkileri çok kuvvetli idi. Kutunun içinden tabağa bir çok bisküvi koydu. Getirdi yanımıza. Birer tane de kardeşim ile elimize tutuşturdu. 


       Büyükbabamın sevgi ve hüzün dolu davranışları, yasakların bir kereliğine de olsa kalkmış olması, aşağı kattan gelen büyüklerin ağlama sesleri.. Bir türlü anlamlandıramadığım şeylerdi. Elimde duran bir kaymaklı bisküvi vardı. Öylece ona bakıp duruyordum. İkiye ayırmalıydım oysa. Arasındaki şekerli kaymağı dişlerimle kazımalıydım. Çocuk gibi davranmalıydım. Sadece dört yaşımdaydım oysa ama sanki biraz büyümüştüm. 


       Hala çok severim kaymaklı bisküviyi. O hayatımın en kötü gününe inat; ikiye ayırır, önce kaymağını dişimle bir güzel kazır, öyle yerim..!


  Seda ATALAY







     

EMRİYE KOCAYA KAÇMIŞ

     
EMRİYE KOCAYA KAÇMIŞ
 Yeni uyanmıştım. Evimizin ikinci katındaki yatak odamızda çatıdan gelen güvercin seslerini dinliyordum. Eskiden her şehrin, kasabanın güvercinleri vardı bilir misiniz? Her evin çatısında mutlaka olurdu güvercin yuvaları. Hatta bir keresinde balkonumuza yapmıştı açıkgöz bir güvercin yuvasını. Balkon dediysem, öyle büyük birşey değildi hani. Ancak iki saksı, bir de güvercin yuvası sığabilirdi hepi topu. Evimiz afet evi idi. İlçemiz ben daha doğmadan onüç-ondört sene önce büyük bir yangın geçirmişti. İlçenin yeniden inşaası için ise Fransız bir şirket görevlendirilmişti. Bilirsiniz Fransızların balkonları genellikle bir kaç saksı konulacak kadar küçüktür. Bizim balkonumuza bir de güvercin yuvası sığmıştı. 

       Güvercin uğultularını Şefika teyzenin sesi bastırıverdi bir anda. Heyecanlı birşeyler konuşuyordu bizim bahçede. Her yaz anneannem dikiş makinesini dışarıya çıkartırdı. Yaz sonuna kadar ıhlamur ağacının gölgesinde dikerdi dikişlerini. Gelen geçen mutlaka uğrar, iki çift sohbet eder öyle giderdi. Şefika teyze çok heyecanlı konuşan bir kadındı. Sesi heyecanını, heyecanı sesini asla bastırmış değildi. Çok severdim Şefika teyzeyi. Her bayram üzerinde Gıcır ile Bıcır, Pembe Panter, Candy, Tom ve Jerry veyahut Tırmık desenli bir kumaş mendil içinde verirdi bayram harçlığımızı. Sesini duyunca fırladığım gibi yataktan, merdiven tırabzanından hızlıca kayarak indim aşağıya. 

-"Emriye kocaya kaçmış."

diyordu. "Kocaya Kaçmak" cümlesini önceden de duymuştum. Ama koca ve kaçmak kelimelerini bir arada değil de ayrı ayrı biliyordum. Kaçmak, birisinin yanından yakalamasın diye ileriye doğru koşmaktı. Koca ise babalardı. Anlamaya çalışıyordum konuşulanları. Şefika teyze konuşurken öte yandan da uzun siyah saçlarımı okşuyordu. Anneannem;

-"Hadi kızım büyükler konuşurken küçükler dinlemez. Sen mutfağa git, annen seni doyursun."

dedi. Annem ve teyzelerim kahvaltı yapıyorlardı. Anneme doğru yöneldim;

-"Anne, kocaya kaçınca ne oluyor?"

Annem verecek cevap bulamamanın sıkıntısı içinde,

-"Sus kız. Ayıp öyle herşey sorulmaz."

Teyzelerim kıkır kıkır gülüştüler. İçlerinde biri;

-"Kocaya kaçınca evleniliyor."

dedi. Oysa daha geçen gün bir düğüne gitmiştik. Anneannem düğünü olanların çocuğu olur demişti düğüne giderken. Düğünde gelin vardı. Gelinlik giymişti. Herkes oynadılar. Müzikler çalındı. Takılar, paralar takıldı. Gelin alma yapıldı. Arabalar hiç durmadan korno çaldılar. Ama hiç kimse bir yere kaçmamıştı. Annemin de teyzemin de verdiği cevap hiç de tatmin edici değildi. Tekrar çıktım bahçeye. Şefika teyze gitmek üzre ayaktaydı. Anneannem ise dikişine koyulmuştu yine.

-"Şefika teyze, kocaya kaçınca ne oluyor? Orası neresi?"

dedim. İçeriden annem ve teyzelerim de duymuştu sorduğum şeyi. Gülüşüyorlardı. Tabi top kendilerinden çıkmış, şimdi Şefika teyzede idi. Şefika teyze;

-"Orası çok uzak bir yer. Gidince gelmesi çok zor. Sen sakın kocaya kaçma emi. Sonra bulamayız."

-"Trenle mi gidiliyor?"

Evet dercesine başını salladı Şefika teyze. Yüzünde tebessüm vardı. Demek o kadar uzak bir yer diye düşündüm. Hayatımın en uzun yolculuğunu İstanbul'dan Adana'ya tren ile yapmıştım. O yıllarda hızlı trenler nerede, hepsi kömürlü idi. İki üç gün sürmüştü yolculuk. Şefika teyze bahçe kapısından çıkmış gidiyordu. Oysa o kadar soracak soru vardı ki.. 

-"Peki ama teyzem, kocaya kaçınca evleniliyor dedi."

diye seslendim ardından. Şefika teyze durdu ve bana döndü;

-"Evleniliyor ama mutlu olunmuyor. Sen büyüyünce gelinlik giyerek evlen oldu mu güzel kızım?" 

dedi ve uzaklaştı. Yıllarca koca denilen yerin hep bir tren garı olduğunu zannettim. Karanlık bir tren garı ve hiç kıpırdamadan bekleyen kocalar, trenden inen şemsiyeli ve şapkalı kadınlar ile her ne hikmetse atıştıran bir yağmur.

       Çocukların duyacağı şekilde konuşmak ya da çocukların anlamayacağı şekilde cevaplar vermek bazen çocuklarımızın hayal gücünü geliştiriyor olabilir. Ancak çocukların, küçük yaşlarda doğru ya da yanlış bilgileri beyinlerine kodladıklarını da görmezden gelmemek gerek.

     O gün kocaya kaçan Emriye'nin ailesine dönmesi ve barışmaları bir hayli zor olmuştu Şefika teyzenin ima ettiği gibi. Hiçbir zaman çocuğu da olmadı. Çünkü düğünü de olmamıştı, takılar takılmamış, kimse müzik çalıp oynamamıştı. Hatta klaksiyon çalınarak bir gelin alma konvoyu da yapılmamıştı. Dolayısı ile mutlu değildi...

     Seda ATALAY











UMUT

     Umudu her zaman kapıda görmeyi hayal edin.

   Gözlerinizi sadece bakmak için kullanmayın, yorulursunuz. Gözler, görmek içindir. İnsan hayatının en büyük olumsuzlukları, ardından gelecek büyük hayırlar için yorumlanır. Öyle ya; dibe vurmadan yükseğe zıplayabilir misiniz? Yeter ki pencereden süzülen ışığı görüp ona doğru yürümeli.



     Gözüm gibi baktığım dört farklı sıklamen çiçeğim vardı. Bir anda yaprakları ve çiçekleri çoğalmıştı. Çok güzellerdi, daha da ötesi mutlu etmişti bu durum beni. Çok kısa bir süre içinde de tamamen çürüyüp yok olmalarıysa bir yıkım gibiydi o an. Yerine yeni bir çiçek dikmediğim için balkonda bir kenara attığım o dört saksıda bir süre sonra sıklamenlerimin filizlendiğini gördüm. Şaşkınlıkla izlediğim bu durum aslında umut adına gelmiş telgraf gibiydi. 

     Hiç beklemediğiniz bir anda sizi bulan herşey, bir mesajdır.  Bütün, Tanrı, evren, doğa artık her ne diyorsanız sizi önemsiyor demektir. Sizinle iletişime geçmiş, irtibatına cevap bekliyordur. Bu, bazen tesadüf gibi görünen bir karşılaşma ile bazen bir SMS ya da yanlış arama, bazen amaçsız yapılan bir yolculuk, tanışılan bir insan, balkonunuza konan bir kuş, radyoda dilek tuttuğunuz bir şarkının denk gelmesi ya da benimki gibi çürümüş zannedilen bir kaç saksı çiçeğin aynı anda filizlenmesi...

     Hayat, trafik kurallarına benzer. Eğer kendinizi kural ihlali yapmaya alıştırırsanız, elbet bir gün bir kazaya sebep olursunuz. Bazen sizin yaptığınız bir ihlal, o an için sizi etkilemez gibi görünse de sakın kanmayın! Çünkü zarar verdiği birileri muhakkak vardır. Sizin hatalarınız başkalarını, onlarınki sizi etkiler. 

     Yemek-içmek, soluk almak, dışkılamak, çiftleşmek, düşünmek az çok bütün canlılara mahsustur. Ama sadece insan hayal kurabilir. Belki de sadece insana özgü olan tek şeydir hülyalara dalmak. Hayal nedir bilir misiniz? Hayal, umuttur... İnsan ulaşmak istediğini düşünür. Çünkü, insan, ufku kadar vardır. Bu ise yetenekleriyle ölçülüdür. Düşlediğin herşeyi yapabilirsin. Bu ne kadar istediğine bağlı. Yeter ki ışığın nereden geldiğini görebil. Tanrı, insana ulaşamayacağı hiçbir şeyin hayalini kurdurmazmış.

     Uzun süre yalnız yaşayan kadınlar ve adamlar vardır. Çoğunun en çok yakındığı şey umutsuzluktur. Oysa yalnızlıklarının kendisi umuttur aslında. Kadın erkeksiz, erkek kadınsız olamaz. Doğa buna izin vermez. Zannediyorum, kadın ya da erkeğin yalnızlığı seçme sebebinin mutlaka bir beklediğinin olduğu hissiyatındayım. Bazen kimin, neyin geleceğini bilmeden beklemez mi insan? Pusula, içgüdüleridir. Aşkta umudu kalmamış insan, yalnızlıktan öte gereksiz insanlarla kalabalıklaştırır çoğu zaman hayatını. Oysa yalnızlık, umudun bir parçasıdır. Arınmak ve beklemek gelecek olan yeni bir aşka duyulan sadakattir!

     Adam çok seviyordu kadını ama bir türlü açılamıyordu. Kim koymuştu sanki "erkek kovalasın, kadın kaçsın, gizlensin" kuralını. Ama ya tam tersi olsaydı da kadın, başka başka adamların peşinden koşsaydı. Yok yok sanki böyle daha iyi gibi diye düşündü adam. Peki ya kadının cevabı hoşuna gider türden olmazsa!... 


     Kalbinin sesini dinledi bir an. Birinin fısıldadığını hissetti yüreğinde. Bir tebessüm, bir karşılaşma, sevilen aynı yemek, hislerini uyaran aynı çiçek kokusu, duyulan özlemler, dinlenilen bir şarkı, okunan bir şiir, gitmek istenen bir şehir, kanat çırpan kuşların sevincine ortak coşku, yeni haberleri müjdeleme içgüdüsü, tek lokmada alınan lezzet, diz dize çıkarılan bir ömrün yorgunluğu. Her biri ait hissetmenin mesajlarıydı. 


     Cesaretini topladı adam, buluverdi kendini kadının gözlerinde. İkisi de susmuştu avaz avaz. Elleri birleşti birbirinin ellerinde. Adam çekti kadınını kendine, yasladı başını göğsüne. Adamın kalbi doldururken kadının sağ göğsündeki boşluğu, kadının da solundan süzülüverdi adamın sağına çarpan yüreği.


     -"Şimdi ne olacak?"  dedi kadın.

     -"Seni dizime yatırıp, saçlarını okşayıp kitap okuyacağım."  dedi adam.

     Seda ATALAY



     




Seda'nın Kalemi

SEVGİLİ ÖMER

Sevgili Ömer, Bugün doğum günün, ben seni aramayacağım. Kutlamayacağım... Ömer,geçenlerde seninle ilgili bir haber öğrendim ve numaranı...