SARI ŞEHİR

   

IHLAMUR ÇİÇEĞİ

 Günlerden neydi, Osmaniye'de oluşumuzun kaçıncı günüydü bilemiyorum. Ancak yasaklı odaya girdikten sonraki herhangi bir gün olduğundan eminim. Tüm aile bir aradaydık; Halalar, amcalar, yengeler, kuzenler ve babaannem, büyükbabam, anneannem, annem, kardeşim ve ben.

     Kapımızın önüne kocaman bir minübüs getirdi amcalarım. Kocaman diyorum; Şimdilerde gözüme küçücük görünen herşey o zamanlarda koskocaman gelirdi. Tüm aile o minübüse bindiğimizi hatırlıyorum fakat yolculuk anıyla ilgili belleğimde birşey kalmamış. Ne kadar sürede gidildi, nerede indik, yolculuk boyu nerelerden geçildi, neler konuşuldu, arabayı kim sürdü hiçbir şey hatırlamıyorum. Filmin bu kopan sahneleri ardından hatırladıklarım o günler için asla anlam veremediğim, şimdilerdeyse trajik ara ara traji-komik gelen şeylerdir.

     Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde ailece bir alçak bir yüksek toprak yığınına ve bir de bana uçsuz bucaksız gibi görünen derince bir çukura bakıyorduk. Halalarım ve annem ağlıyordu, kardeşimle ilgilenmekse anneanneme kalmış görünüyordu. Fakat sürekli elini gözlerine getirirken kendisini benden saklar gibiydi. Bunu fark ediyordum, anlam veremiyordum. Amcalarımsa, sanki bizi oraya götürmek sadece bir görevden ibaretmişçesine uzakta kalmayı tercih etmişlerdi. Bu izbe yere her neden gitmişsek, kadın ve çocuklara ait bir etkinlikte bulunuyormuş hissine kapılmamak mümkün değildi.

     Konuşmalardan tek hatırladığım; Oradaki çukurun bir Kıbrıs Şehidi için kazılıp hazırlandığıydı. Hemen yanındaki yüksek toprak yığınına sokuşturulmuş sarı karagöz çiçekleri yıllar boyu hep o sahneyi hatırlatmıştır bana. Babaannem her nedense o sarı karagöz çiçekleri üzerinde ellerini gezdiriyorken Kıbrıs ile ilgili şimdi hiç hatırlamadığım fakat tahmin edebildiğim konuşmalar yapıyordu. Yıl 1973 ve aylardan Aralık! Herkes daha alçak olan toprak yığınının başında ağlaşırken babaannemin acısını, gözyaşını belki de öfkesini o yüksek toprak yığını başında gidermiş olabileceğini anca yetişkin yaşlarımda akıl erdirebildim. Büyükbabamla ilgili ise o güne dair hatırladığım birşey yok. Bizimle orada mıydı, evde duvarları mı inletiyordu bilmiyorum.

     Her zaman göz pınarları nemli olurdu babaannemin. Sonrasında da onu hep öyle gördüm. Ancak o gün gözyaşlarını nasıl saklamayı başarmıştı anlamış değilim. Onun o haline olan hassasiyetimden midir nedir bilmiyorum; Eteğinden hiç ayrılmadığımı hatırlıyorum. Toplamda biri bebek beş evladını kendinden önce toprağa veren bu güçlü kadınla çok uzun yıllar birarada olup çok daha fazla anılar biriktirmiş olmayı isterdim.

    Babaannem birara elimden tuttu. O alçak toprak yığınını göstererek;

-"İşte baban orada, toprağın altında" dedi.

     Nasıl ama, nasıl olur! İnsan hiç torağın altında durabilir mi gözlerine toprak kaçmadan? Koskoca babaannem saçmalayacak halde değildir ya! Gözlerim derince kazılmış çukura ilişti. Toprak ne kadar sarıydı öyle. Garip de bir kokusu vardı. Aralık ayıydı, belki yakın zamanlarda yağmur yağmıştı. O günden beri o kokuyu ne zaman duysam, bir yerlerde öyle bir çukur açılmış olabileceği ihtimali gelir aklıma. Toprak kokusunu severim, yağmur kokusunu da. Ancak o günkü koku, ikisinin karışımından başka pis bir kokuyu çağrıştırır. Bu öyle sevdiğinin kokusu gibi bir şeyden öte, sevdiğine yakıştıramadığın iğreti bir kokudur.

     Gözlerim çukurun derinlerinde kapı gibi birşey aramaya koyulmuştu.

     Öyle ya; koskoca babam bir kapı olmayınca toprağın altından nasıl geçip yanımıza gelecekti ki! Bir minübüs dolusu insan, taa oralara kadar gelmişiz. Kimimiz alçak toprak yığıntısı başında ağlıyorken canım babamın o sesleri duymaması mümkün mü? Acaba yerin altında ne iş yapıyor, onu bizden alıkoyan önemli ne olabilir ki? Yoksa çalışmaya diye gittiği Eskişehir denen yer orası mı? Eğer Eskişehir oradaysa daha önce geri gelmişti. Şimdi neden gelmesin? Annem, halalarım nasıl ağlıyorlar, duymuyor mu? Babaannemin eteğine var gücümle tutunup çukurun derinliğine doğru sarkmaya çalışıyorum. Ah bir bilsem babamın ne taraftan doğru kendisine bir kapı açacağını! O gün bugündür Eskişehir'i de sevmiyorum.

     Çocukların hayatlarında gizem yoktur. Çocuklar, her şeyi olduğu gibi eğmeden burmadan dümdüz yaşarlar. Onların hayatlarına eğriyi büğrüyü sokanlar aslında büyüklerdir. Büyükler giz yaratmakta ustadırlar ama hep çocukların bir hayal dünyasında yaşadığını söylerler. Oysa ki asıl yere sağlam basanlar çocuklardır; Büyüdükçe entrikanın, yalanın, gizemin ardına takılır ve uçarlar. Bütün hayatlarını çocuklarınkiyle birlikte çözülmesi güç bir düğüme çevirip, sonra da "Sen çocuksun, büyüyünce anlarsın" deyip konuyu kapatıverirler.

     Oysa ben hayatımın en büyük tecrübesini dört buçuk yaşında yaşamış biriydim o gün. Babaannemin kaderinin de benimki gibi geçtiğini öğrendiğimde bizi, ikimizi tam anlayamadığını düşündüğü evlatlarından kederini gizlerken, anlatılması zor cümlelerle belki de benimle dertleşiyordu. Toprağın altında mahsur yatan evlat onunkiydi, bense canının canı. Evladının artık bir canı yoktu. Ben ve babaannem yarı canlı, yarı cansız. İşte bu!

     Toprak kaymaları, maden göçüklerini bilirsiniz. Toprağın altındaki ölüm ile yaşam arasındaki mücadeleyi ben daha bilmeden hissettim. Geride kalanların bilinmezliğe olan hislerini ben daha o gün babaannemin eteğine asılıp gözlerimi o çukurun derinliğinde gezindirdiğim günden beri bilirim.

     Önceleri gün boyu işten dönmesini bekledim. Sonraları kısa süreli Osmaniye maceramız uzun metraja dönünce o kalabalık aile içinde beni babamın fark edeceği anları bekledim. Sonrasında Eskisehir'den dönüp bizi İstanbul'daki evimize götürüp çekirdek aile olarak yaşayacağımız babamlı günleri. İşte o çukurun başındaki beklentim sabrımın sınırı olmuştu. O günden sonra hiç sabırsızlık yaşamadım. Beklentilerimi sabrımla ölçmedim. Gözlerim oyulmuş o sarı toprak çukurda kaldığından, tekrar ne ara aynı minübüse binilip eve dönüldüğüne dair bir kare kalmamış hafızamda. Yine o gün bugündür sarı renk toprakları pek sevmem. Osmaniye de bana hep sarı şehir olarak görünür.

         Seda ATALAY   




Seda'nın Kalemi

SEVGİLİ ÖMER

Sevgili Ömer, Bugün doğum günün, ben seni aramayacağım. Kutlamayacağım... Ömer,geçenlerde seninle ilgili bir haber öğrendim ve numaranı...