SEVGİLİ ÖMER

Sevgili Ömer, Bugün doğum günün, ben seni aramayacağım. Kutlamayacağım... Ömer,geçenlerde seninle ilgili bir haber öğrendim ve numaranı aradım. Yerine bir başkası açtı. Kardeşinmiş. Önce biraz sustu, bekledi ve hafif bir tonda "alo" dedi. Bir an kekeledim. Ne başlarken "iyi günler", ne kapatırken " hoşkalın" diyebildim. Ne denirdi ki yakışan! Ne gün iyiydi, ne de kalanlar hoş. Sevgili Ömer, en son üç ay kadar önce konuştuğumuzda "6 Edebiyat Sosyal Bilimler sınıfını buluşturacağım nasipse sonbaharda" demiştin. İşte bugün şimdi o sonbahar ve sen nasıl da sözünün eri bir arkadaşımızmışsın meğer. Buluştuk, senin için ve senin vasıtanla biraradayız bugün. İzini kaybettiğimiz, varlığını unuttuğumuz herkes bugün burada bir sosyal medya ağı içinde konuşuyoruz senli yılları. Senli fotoğraflar geçiyor gözlerimizin önünden senli anılar uçuşuyor sözcük dizelerinden. Seni duyduğumuz andaki keder, sıcak kavuşmalı gülücüklere dönüşüyor az buruk. Ve... Ömer, senin adınla birlikte dile geliyor bir başka arkadaşımız Arzu'nun da dönüşü olmayan yollara senden bir yıl önce çıktığı. Sonbaharlar sahiden yaprak dökümü mü? Korkma olur mu, üşüme! biz de geliriz elbet oralara önecelikli veya sonra. İlla ki geliriz sen tahtayı temizle, sıraları dizele ve Yusuf Hoca'nın koluna girip geçir sınıfa oturt masasına. Arzu'ya da söyle orta bölümün ikinci sırasında alsın yerini ve sen de bir sonrakinde. Sevgili Ömer, Işıklar içinde uyu. Daha ne denir ki!... Seda ATALAY
s

SARI ŞEHİR

   

IHLAMUR ÇİÇEĞİ

 Günlerden neydi, Osmaniye'de oluşumuzun kaçıncı günüydü bilemiyorum. Ancak yasaklı odaya girdikten sonraki herhangi bir gün olduğundan eminim. Tüm aile bir aradaydık; Halalar, amcalar, yengeler, kuzenler ve babaannem, büyükbabam, anneannem, annem, kardeşim ve ben.

     Kapımızın önüne kocaman bir minübüs getirdi amcalarım. Kocaman diyorum; Şimdilerde gözüme küçücük görünen herşey o zamanlarda koskocaman gelirdi. Tüm aile o minübüse bindiğimizi hatırlıyorum fakat yolculuk anıyla ilgili belleğimde birşey kalmamış. Ne kadar sürede gidildi, nerede indik, yolculuk boyu nerelerden geçildi, neler konuşuldu, arabayı kim sürdü hiçbir şey hatırlamıyorum. Filmin bu kopan sahneleri ardından hatırladıklarım o günler için asla anlam veremediğim, şimdilerdeyse trajik ara ara traji-komik gelen şeylerdir.

     Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde ailece bir alçak bir yüksek toprak yığınına ve bir de bana uçsuz bucaksız gibi görünen derince bir çukura bakıyorduk. Halalarım ve annem ağlıyordu, kardeşimle ilgilenmekse anneanneme kalmış görünüyordu. Fakat sürekli elini gözlerine getirirken kendisini benden saklar gibiydi. Bunu fark ediyordum, anlam veremiyordum. Amcalarımsa, sanki bizi oraya götürmek sadece bir görevden ibaretmişçesine uzakta kalmayı tercih etmişlerdi. Bu izbe yere her neden gitmişsek, kadın ve çocuklara ait bir etkinlikte bulunuyormuş hissine kapılmamak mümkün değildi.

     Konuşmalardan tek hatırladığım; Oradaki çukurun bir Kıbrıs Şehidi için kazılıp hazırlandığıydı. Hemen yanındaki yüksek toprak yığınına sokuşturulmuş sarı karagöz çiçekleri yıllar boyu hep o sahneyi hatırlatmıştır bana. Babaannem her nedense o sarı karagöz çiçekleri üzerinde ellerini gezdiriyorken Kıbrıs ile ilgili şimdi hiç hatırlamadığım fakat tahmin edebildiğim konuşmalar yapıyordu. Yıl 1973 ve aylardan Aralık! Herkes daha alçak olan toprak yığınının başında ağlaşırken babaannemin acısını, gözyaşını belki de öfkesini o yüksek toprak yığını başında gidermiş olabileceğini anca yetişkin yaşlarımda akıl erdirebildim. Büyükbabamla ilgili ise o güne dair hatırladığım birşey yok. Bizimle orada mıydı, evde duvarları mı inletiyordu bilmiyorum.

     Her zaman göz pınarları nemli olurdu babaannemin. Sonrasında da onu hep öyle gördüm. Ancak o gün gözyaşlarını nasıl saklamayı başarmıştı anlamış değilim. Onun o haline olan hassasiyetimden midir nedir bilmiyorum; Eteğinden hiç ayrılmadığımı hatırlıyorum. Toplamda biri bebek beş evladını kendinden önce toprağa veren bu güçlü kadınla çok uzun yıllar birarada olup çok daha fazla anılar biriktirmiş olmayı isterdim.

    Babaannem birara elimden tuttu. O alçak toprak yığınını göstererek;

-"İşte baban orada, toprağın altında" dedi.

     Nasıl ama, nasıl olur! İnsan hiç torağın altında durabilir mi gözlerine toprak kaçmadan? Koskoca babaannem saçmalayacak halde değildir ya! Gözlerim derince kazılmış çukura ilişti. Toprak ne kadar sarıydı öyle. Garip de bir kokusu vardı. Aralık ayıydı, belki yakın zamanlarda yağmur yağmıştı. O günden beri o kokuyu ne zaman duysam, bir yerlerde öyle bir çukur açılmış olabileceği ihtimali gelir aklıma. Toprak kokusunu severim, yağmur kokusunu da. Ancak o günkü koku, ikisinin karışımından başka pis bir kokuyu çağrıştırır. Bu öyle sevdiğinin kokusu gibi bir şeyden öte, sevdiğine yakıştıramadığın iğreti bir kokudur.

     Gözlerim çukurun derinlerinde kapı gibi birşey aramaya koyulmuştu.

     Öyle ya; koskoca babam bir kapı olmayınca toprağın altından nasıl geçip yanımıza gelecekti ki! Bir minübüs dolusu insan, taa oralara kadar gelmişiz. Kimimiz alçak toprak yığıntısı başında ağlıyorken canım babamın o sesleri duymaması mümkün mü? Acaba yerin altında ne iş yapıyor, onu bizden alıkoyan önemli ne olabilir ki? Yoksa çalışmaya diye gittiği Eskişehir denen yer orası mı? Eğer Eskişehir oradaysa daha önce geri gelmişti. Şimdi neden gelmesin? Annem, halalarım nasıl ağlıyorlar, duymuyor mu? Babaannemin eteğine var gücümle tutunup çukurun derinliğine doğru sarkmaya çalışıyorum. Ah bir bilsem babamın ne taraftan doğru kendisine bir kapı açacağını! O gün bugündür Eskişehir'i de sevmiyorum.

     Çocukların hayatlarında gizem yoktur. Çocuklar, her şeyi olduğu gibi eğmeden burmadan dümdüz yaşarlar. Onların hayatlarına eğriyi büğrüyü sokanlar aslında büyüklerdir. Büyükler giz yaratmakta ustadırlar ama hep çocukların bir hayal dünyasında yaşadığını söylerler. Oysa ki asıl yere sağlam basanlar çocuklardır; Büyüdükçe entrikanın, yalanın, gizemin ardına takılır ve uçarlar. Bütün hayatlarını çocuklarınkiyle birlikte çözülmesi güç bir düğüme çevirip, sonra da "Sen çocuksun, büyüyünce anlarsın" deyip konuyu kapatıverirler.

     Oysa ben hayatımın en büyük tecrübesini dört buçuk yaşında yaşamış biriydim o gün. Babaannemin kaderinin de benimki gibi geçtiğini öğrendiğimde bizi, ikimizi tam anlayamadığını düşündüğü evlatlarından kederini gizlerken, anlatılması zor cümlelerle belki de benimle dertleşiyordu. Toprağın altında mahsur yatan evlat onunkiydi, bense canının canı. Evladının artık bir canı yoktu. Ben ve babaannem yarı canlı, yarı cansız. İşte bu!

     Toprak kaymaları, maden göçüklerini bilirsiniz. Toprağın altındaki ölüm ile yaşam arasındaki mücadeleyi ben daha bilmeden hissettim. Geride kalanların bilinmezliğe olan hislerini ben daha o gün babaannemin eteğine asılıp gözlerimi o çukurun derinliğinde gezindirdiğim günden beri bilirim.

     Önceleri gün boyu işten dönmesini bekledim. Sonraları kısa süreli Osmaniye maceramız uzun metraja dönünce o kalabalık aile içinde beni babamın fark edeceği anları bekledim. Sonrasında Eskisehir'den dönüp bizi İstanbul'daki evimize götürüp çekirdek aile olarak yaşayacağımız babamlı günleri. İşte o çukurun başındaki beklentim sabrımın sınırı olmuştu. O günden sonra hiç sabırsızlık yaşamadım. Beklentilerimi sabrımla ölçmedim. Gözlerim oyulmuş o sarı toprak çukurda kaldığından, tekrar ne ara aynı minübüse binilip eve dönüldüğüne dair bir kare kalmamış hafızamda. Yine o gün bugündür sarı renk toprakları pek sevmem. Osmaniye de bana hep sarı şehir olarak görünür.

         Seda ATALAY   




ÖPÜYORUZ YARALARIMIZI


Saat gece yarısını çoktan geçti. Takvimler, tarihten bir gün daha eksiltti. 
 
Çok enteresan gözlemlerle dolu bir gün geçirmiştim. Eve gelir gelmez klavyemin başına oturup, yazmak ve sizlerle paylaşmak için can atıyordum. Uzun zamandır hicivle de karışık olsa siyaset üzerine yazıyorum.  

Bazen yazdıklarımı tekrar okuduğumda içim kararıyor. Şakayla bile karışık olsa siyaset yoruyor insanı. Çünkü bir paragraf yazabilmek için bin paragraf düşünmek zorundasın. Çok paragraf araştırıp, okumalısın. Bu her yazarın sorumluluğudur.  

Dün bir farkındalık yapmak istedim kendimce.
 
Yasemin Yalçın skeçlerinden fırlamış gibi bir gün geçirmiştim. Biraz kızdım, biraz güldüm, biraz sorguladım. Ama en çok da güldüm yine ağlanacak hallerimize. Günün onca yorgunluğuna rağmen yine de çok güldüm. İşte bu yüzdendir; bir kez olsun sizlere güldürücü şeyler yazmak istedim. Hatta eve gelirken yol boyunca öyle kurgular hazırladım ki yeni yazıma dair; öykü yazarı olacağım derken, gazeteci oluyorum zannederken skeç yazarı filan olur muyum acaba diye hayaller kurdum.  

Sonra ne oldu biliyor musunuz? 

Çok gülmenin sonunun ağlamak olduğunu bir kez daha deneyimledim!!! 

Bir arkadaşım dünkü Ankara patlamasından bahsetti. Televizyonu açtım. Her kanalda ayrı bir dizi!  
Sanırım arkadaşım "O Hayat Benim" dizisindeki patlamadan bahsediyordur dedim. Öyle ya geçen pazar dizide bir patlama olmuş, baş rol oyuncuları tahminen ateş topu şeklinde parçalar halinde havaya uçmuştu. Bu hafta dizinin meraklıları için önemli bir bölümüydü. 
 
Yine bir arkadaşımla telefonda konuşurken "Ankara'da patlama olmuş" dedim.  
"Ankara'da her gün bir patlama oluyor, sen farklı haberler ver. Mesela aşk var mı aşk sen ondan haber ver" dedi. 

Telefonu kapattıktan sonra kalktım, internetin fişini taktım. Bilgisayarımı açtım. Gazetelerin internet sayfalarını önce bir taradım. Tüm kabine yine kınamış terörü! 

Sosyal medya hesabıma girdim. İnsanların artık bağırıp çağırmadıklarını, öfkelerini yutkunduklarını, bakanların gafları ile dalga geçemez halde olduklarını hissetmemek için kör olmak gerekir.  
Herkes yaralı, herkes kanıyor. İnsanlar travma yaşıyor ve bu travmalar şoka sokmuş tüm toplumu. Kanlı yaraların acıları hissedilmiyor artık. Yüzlerce yıllık bir millet, ÖPÜYORUZ YARALARIMIZI... 
 
Hani büyük aşkla sevenlerimiz olur ya bazen. Her ne yapsa, etrafımızda taklalar atsa bile bir cazibesi olmaz gözümüzde. Oysa, suratımıza bakmayan, nefret saçan, yüzümüze gözümüze çirkef sıçratanlara aşık oluruz ya çoğu zaman. Sanki, o aşkı yaşıyoruz. 
Ver diyor, veriyoruz. Sonra yine ver diyor. Yine veriyoruz. Sonra yine.. Sonra yine.. Sonra yine derken; bıçak kemiğe dayanıyor. Kendimizi biraz çekiyoruz. Bu sefer de eziyet ediyor. Canınızı yakarım diyor. Omuz attığımızda ise canımızı yakıyor sahiden.  
Ardından "her şey istediğimi vermediğiniz içindir" diyor. Göz dağı veriyor.  
İstediğini veriyoruz. Bu sefer de " Yetmez, daha çok.. Daha çok.. Daha çok" diyor. Gözünü doyuramıyoruz. Her şey nafile. Artık onun için de bizim için de dönülmez aşk yolları, ısırganlı tepelere dönüşmüştür. Önümüz bataklık. Daha şimdiden bir ayağımız gömüldü bile.
 
Şimdi bu neyin nesi diye düşünemiyorum... 

Siyah klavyemin beyaz harfleri kara kara yazıyor bu gece yine! 

"Beceremediler" demişti bir konuşmasında ya Osman Pamukoğlu. 
Beceremediler... Hem de yüzlerine gözlerine bulaştırdılar bastıkları bataklığın çamurlarını. Gömülüyorlar... Lakin gömülürken bize tutunmakla, hepimizi çekiyorlar felaketlerine. 
Kabul etmiyorlar. Film çoktan bitti... Yazılar yazıldı... Müzik sustu... Perde kapandı... Parasını aldı baş rol oyuncusu ama sahneyi bir türlü terk etmek istemiyor. 
Kırmızı halı kenara dayalı başkalarını bekliyor. O ise sahnenin ortasında yaldızlı koltuğunda tek başına. Üşüyor.. Korkuyor.. Çünkü sinemada yapayalnız artık. Duvarlara sinmiş filmin konusu, insanlar uğulduyor. 
 
"Kaç can lazım?" diye soruyorum. Çok can lazımmış gibi bakıyor boş boş suratlarımıza. Oysa canlar hemen yanıbaşında yitiyor!!!  
Kimin yanıbaşında? 
Onun yanıbaşında?  
Neden? 
O'nun için!!! 
Farkında mı? 
Hem de çok farkında!!! 
İblisi veren Allah, başka bir iblis ile geri alırmış. 
İblis korkuyor... 
İblisin yanı başında uğulduyor çünkü başka insanlar... 
Tepesinde uçuşuyor ateş topları, siyah siyah akan kanlar, kara kara parlayan yıldızlar!!! 
Daha ne söylenebilir ki kara klavyemin beyaz harfleri kanıyorken!!! 
Şimdi yine boş boş bakıyorum ekrana. Yazdım ama başlık bulamıyorum bu yazıma.  
Utanıyorum demiştim ya 17 Şubat 2016 patlamasının ardından yazdığım yazımda; yine utanıyorum. Ama utana utana yazıyorum utanmazlara......... 

Yine de sevgiyle

     Seda ATALAY 
       14.03.2016
   Siyaset Gündemi



MASAL TARLASI

                                        
                                                       ~ MASAL TARLASI ~

                                     Bir damla ter akarken göğüs çatalıma
                                     Ürperdi sırtımda dudakların.
                                     Islık çalıyor nefesin saç diplerimde,
                                     Çoban yıldızı misali kırmızı ampul ışığı,
                                         Ütülüyor ıslak çarşafı topuklarım.
                                     Periler ceviz kırarken gökyüzünde
                                     Bulutların gözyaşı sızıyor pencere pervazından.
                                     Patlamış sokak lambası çaresizliğindeyim,
                                     Sense közde pişmiş kahve sessizliğinde köpüklü.
                                     Kaç toka toplar bu gece saçlarımı kimbilir!
                                     Dağınık umutlarım göğsünde sereserpe.
                                     Sersemlemiş uyku mahmurluğu sabahı
                                     Şekerli bir aşk öpücüğü,
                                     Terle karışık hanımeli kokulu bir sarhoşluk,
                                      İç çekişli bir özlem,
                                      Çıldırmış aç martı çığlığı,
                                      Denizin, çakıl taşına vuran hışırtısı,
                                      Masal Tarlası'nda sevişen bir gelincik, bir başak.

                                                     
                                                                   Seda ATALAY  


                                   

GEL




                         ~ GEL ~ 

Çıkarttım sandıktan paslı özlemlerimi
Kim ne yapsın katran siyahı bulutların pası bu
Tozlu gözyaşlarım birikmiş 
Yazılmamış mektup zarflarında.
Hele sen...
Sen ile dolu kadehim bu akşam.
Sabır kanlı şarabım,ekmeğim hasretmiş meğer.
Bir çakmak taşı sıcaklığına sığınmış ibadetim.
Geleceksen gel,
Islansın çöl olmuş yüreğimin vahası.
Günahlarını çiğnemeye hazırım, yeter ki gel!
Geleceksen gel, geleceksen gel, GEL...

                                                    Seda ATALAY

                                                    

                     
                                          




ADAM

Seda ATALAY



ADAM
Şehrini Aden'e çeviremem belki,
Çiçek olup açamam bahçende.
Sol koluna girer,
Aynı yıldıza ÇIKABİLİRİM.

Şarkı, söyleyemem, şiir yazamam.
Rüzgar olup uğuldayamam
Sen istersen,
Sol yanında, ATABİLİRİM

Belki yemeklerimi sevmezsin,
Elbisemi beğenmezsin.
Her şeye kızgın olduğun bir anda
Soluna yaslanıp, UYUYABİLİRİM.

Söz veremem senden önce ölmeye,
Senden sonrasına da
Kimbilir belki sol yanına
Can veren Havva'n, OLABİLİRİM.

Bilmem yağmur olup yağmayı.
Güneşte buhar olup uçmayı.
Teninin tuzunda sonsuz olup,
Çizdiğin gökkuşağını, BOYAYABİLİRİM.

Adam
Sensiz Yeruşalim gurbettir bana.
Yapacaksan eksik kaburgana beni yama,
Sağ kolumla soluna, SARILABİLİRİM

       Seda ATALAY

ÜTÜLÜ DON

Seda ATALAY
(Bir Kucak Özür)

     Tatil bitip döneceğim vakit gittim Abbas'ın evine. Son kez neler oluyordu görmek istedim. Evde tencere tencere ev yemekleri dikkatimi çekmişti. Eskisine göre etraf daha derlitoplu ve temizdi. Hiçbir şey sormadım. Kendiliğinden anlattı.

     Oturduğu mahalle komşularının birinin kızıyla konuşuyormuş. Anne-kız yaşıyorlarmış. Anaokulunda öğretmenmiş kız güya ancak yıllar sonra öğrendiğime göre sadece bakıcı abla olarak çalışan biriymiş. Abbas ile çok yakından ilgiliymiş. Onlara evinin yedek anahtarını bile vermiş. İstedikleri gibi girip temizliyor, yemek yapıyor ve hatta çamaşırlarını bile yıkayıp ütülüyorlarmış. Abbas, bana bunları anlatırken pek keyifliydi. Ardından devam ediyor; Ben ise ona karşı ilgisiz, asık yüzlüymüşüm. Onun ihtiyaçlarını hiç düşünmüyormuşum.

     Kim derdi ki bir zamanlar Abbas, yıllarca onu ders çalıştırdığımı, cebine gizliden koyduğum soktuğum harçlıkları unutacak. Ailemin imkanları ıle tutulan evi, alınan eşyaları unutacak... Ben bunları aklımdan geçirirken Abbas önce duraklıyor, bir nefes alıp ekliyor: "Donuma kadar ütülüyorlar çamaşırlarımı. Onları tanıdığımdan bu yana ütüsüz don giymedim. Donlarım bile ütülü."

     Abbas, bizim Abbas. Şu yetiştirme yurdundan çıkartıp adam ettiğimiz Abbas. Artık ütülü don giyen Abbas beni beğenmiyor. Yapacak bir şey, söyleyecek söz kalmamış bana çok belli. Kalkıyorum... Evden çıkıp ardıma bakmadan yürüyorum. Ağlamadığımı çok iyi hatırlıyorum tıpkı bugün gibi. Ama kendiliğinden dökülen gözyaşlarımı da...  Karmakarışık duygular içinde tek bir his var net olan. Kırgınlık!... Hayatım boyunca hiç kimseye bu kadar kırgın olduğumu hatırlamıyorum. Dolmuşa binmiyorum. Yürüyorum eve kadar. Nefesim tıkanıyor. Yorulmaktan değil, kendimi ağlamamak için tuttuğumdan. Ağlayamamak ne kadar zormuş meğer. Ağlamadan gözyaşı akıtmak ise çok daha zormuş. Hele ki gözyaşlarını engelleyememek en zoru. Elim birdenbire parmağımdaki nişan yüzüğüne takılıyor. Yüzüğü vermeyi unutmuşum. O da bana benimkini vermedi. Bu ayrılmadık demek miydi şimdi? Ne farkeder ki her şey bitmişti işte. Onun donlarını başkası görmüş, başkası ellemiş, başkası ütülemişti bile. İhanet sayılmaz mıydı bu? Geri dönüşü kalmamıştı artık benim için. Yok yok artık bu yüzüğü de takamazdım. Yavaşça parmağımdan sıyırıp çıkardım ve yolun kenarına elimden bırakıverdim.

     Bir yol kenarıydı yüzüğümü bıraktığım yer. Sadece bir yol kenarı hak ettiği gibi...
(Bir Kucak Özür)

      Seda ATALAY

Seda'nın Kalemi

SEVGİLİ ÖMER

Sevgili Ömer, Bugün doğum günün, ben seni aramayacağım. Kutlamayacağım... Ömer,geçenlerde seninle ilgili bir haber öğrendim ve numaranı...